Tren rayların üstünde sallanarak ilerliyordu. Henüz çok geç olmamasına rağmen mevsim gereği dışarıda yağmurlu soğuk hava kararmıştı. Takım elbisesinin içine giydiği gömleğin yaka düğmesinin açılmış ve kravatın düğümü hafif bollandırılmış olması bitkin ve tükenmişlikten henüz çok uzak olsa da yorgun olduğunu göstermekteydi. Aynı yüzü ve bakışları gibi. Yanındaki koltuğun üstünde deri el çantası, onun da üstüne çıkartıp özenle tersten katlayarak koyduğu paltosu vardı.
Kompartımanda trenin gidiş istikametine doğru pencerenin yanına oturmuş camdan karanlığı delen şehrin ışıklarına dalmıştı. Tren şehrin trafiğinin aktığı ana caddelerin birinin üstüne sütunlarla kurulmuş demir yolunda ilerliyordu.
Geçtiği semt şehir merkezine çok yakın, hatta artık şehir merkezi sayılabilen bir bölgede olmasına rağmen sermaye henüz buralara el atmamış, eski evler yıkılmamış, semtin eski sakinleri henüz şehir dışına göç etme mecburiyetinde bırakılmamıştı. Ama bütün bunların olması kaçınılmazdı. 60'lı, 70'li yıllardan kalan bu kişiliksiz gri, beton binaların yıkılmaları, yerlerine daha yeni, dış cepheleri ışıklandırmalı, süslü ama aslında yıkılan binalar kadar kişiliksiz kutu kutu binaların gelmeleri fazla sürmeyecekti.
İşte o zaman şimdiye kadar bu semtte yaşayan, hayatları boyunca çalışmış, demir kaynatarak, bileklerinin gücüyle çekiç sallayarak, vida çevirerek, matkaplarla delik delerek, büyük makinelerin yardımıyla envai çeşit farklı ürünleri ter dökerek üreten bu insanlar yerlerini hayatları boyunca gerçek bir değer üretmemiş, ancak para satın alıp para satarak zengin olmuş, sonradan görme, genç züppelere bırakma mecburiyetinde kalacaklardı. Aynı ter döktükleri fabrikaların çoktan şehir dışına taşınarak yerlerini oluşmasını gerçekleştirdikleri sermayenin yeni kaleleri, gökdelenlere bırakmaları gibi, bu insanların da artık toplumun ortasında yerleri kalmamıştı.
Rayların yüksekte olması trenin binaların 2. ile 3. katlarının seviyesinden yol almasını sağlıyor, hava karanlık olduğu için tren geçerken perdesi açık bazı evlerin içini görebiliyordu. Böylece insanların hayatına bir lahza girebiliyor, onlar ilgilenmeseler de, fark etmeseler de hayatlarından bir ana şahitlik yapabiliyordu. Bir çocuğun kitap okuduğu küçük bir oda geçiyordu yanından, hemen peşinde mutfakta yemek yiyen bir kadın ve bir adam. Sonra iki koltuklu bir odada, koltukların birinde iç çamaşırı ile oturarak televizyona bakarken bira içen bir yorgun ve aynı zamanda onun üstündeki bir kadının kocasına bağırdığı ev.
Aklına nedense petrol üretiminde arda kalan ham petrolün çamuru geldi. Üretimde hiç bir işe yaramayın bu artık üretilen ürünlerin A'dan B'ye taşınması için gereken büyük gemilerin yakıtı olarak kullanılıyordu. Sermaye için, enerjisini son damlasına kadar emdiği tükettiği o balçık neyse, bu insanlar da oydu aslında. O gökdelenlerin birinde çalışan biri olarak samimi değildi belki bu düşünceleri. Yanından geçtiği evlerdeki insanlar 'şu binanın yapımında ben vardım, bu kaldırıma taşları ben döşedim, bu arabanın kapılarını ben taktım' diyebilirlerdi. Kendisi ne diyecekti? 'Bu şirket için bu kadar borç topladım?...' Ürettiği kalıcı bir şey yoktu. Ama aslında artık bu tür sorgulama için çok geçti. Durmadan çalışan motorun dişlisi olmuştu bir kere. İstenen kadar hızlı dönmezse, beklendiği kadar güçlü kavramazsa kolaylıkla değiştirilebilecek bir çark! Fabrikadan yeni çıkmış, yıpranmamış diğer dişlilerle tek farkı yılların verdiği tecrübe ile kendini vazgeçilmez sanmaması ve o 'balçık' olmadan geminin asla yol alamayacağını bilmesiydi.
Yabancı evler, yabancı insanlar ve yabancı hayatlar yanından hızla geçerken aklına Tucholsky'nin 'Büyük Şehirde Gözler' şiirinin mısraları geldi;
İki yabancı göz, kısa bir bakış,
Kurt Tucholsky - Büyük Şehirde Gözler
Kaşlar, göz bebekleri, -kapaklar -
Neydi o? Belki hayatının mutluluğu,
Geçti, rüzgarda uçtu, bir daha asla...
Böyle dalıp gitmişken birden irkildi, gerçeğe geri döndü.
Neredeydi?
İneceğe durağa daha çok kalmış mıydı?
Kestiremedi.
Merkezden çıkmıştı. Ve her geçen durakta trenden inen insanların binenlerden daha çok olduğunu anladı.
Trendeki insanların yüzlerine baktı.
Neden buradaydılar? Neden onunla aynı trendeydiler?
Belki de yanlış soruları soruyordu, belki doğru soru, onun neden trende, özellikle bu trende olduğu idi.
Yine geri yaslandı ve camdan dışarıya bakmaya başladı.
Aklına trende ilk hatıraları geldi.
Henüz daha çok küçüktü. Ne kadar büyük gelirdi o zamanlar kompartıman kendisine. Hele hele treni uçsuz bucaksız sanardı. Kompartımanda annesi ve babası geldi gözünün önüne. ilk başta onu koltukta aralarından ayırmayan, sonra sonra kalkmasına izin veren annesi ve babası. Bazı duraklarda babaannesi ve dedesi de trene biniyorlar, bir müddet onlarla beraber seyahat ediyorlardı.
Tabii yaşı ilerledikçe bazı değişiklikler oldu. İlk başta artık üçü aynı koltuğa oturmadılar, annesinin ve babasının karşısına otururdu. Sonra bazen kompartımanın karşı tarafındaki koltukları oturmayı tercih etti. O dönemler annesi, babası ile kendinin arasında koridor olmasını önemserdi. Kendini bağımsız hissettirirdi aradaki mesafe.
Şimdi geriye baktığında o zaman trenin sandığından çok daha hızlı olduğunu düşündü. 'Bir türlü gelmek bilmiyor' diye düşündüğü durak birden bire geldi. Üniversiteye gitmek için o durakta inip başka trene binmeliydi. Bir müddet öyle devam etti. Belli bir durağa kadar ailesi ile hareket edip sonra o durakta tren değiştirerek. Sonra tren değiştirmektense doğrudan ikinci trene binmeye başladı. Artık ailesi ile aynı kompartımanda, aynı trende değillerdi. Gerçi ikisinin de treni yan yana raylarda ilerledikleri için o dönem birbirlerine fazla uzak değildiler. Hatta bazen annesi babası onun trenine binip sonradan durakta tren değiştiriyorlardı.
Taa ki, üniversitesi bitip işe başlayana kadar. İşe başladığında annesi ve babası ile beraber gidebileceği durak sayısı daha da azaldı. Hele hele babaannesi ve dedesi ile denk gelmeleri iyice seyrekleşmişti.
Aklına eşini ilk gördüğü an geldi. Yine bir gün trende otururken ve camın arkasında dünyanın nasıl bir hızla uçup gittiğini fark etmezken kompartımanın kapısı açıldı ve eşini ilk defa orada gördü. Kapı açılır açılmaz, içeri girer girmez ona bakıp gülümsemişti. Kendisinden alışkın olmadığı bir öz güvenle kalkmış diğer koltuklar boş olmasına rağmen, hatta belki de diğer koltuklar boş olduğu için; 'Yanıma oturmaz mısınız?' diye sormuştu. Eşinin gülümsemesini hatırlıyordu. Sanki güneşi dışarıdan kompartımanın içine almış kadar sıcak ve içten.
Oğulları geldi aklına. Büyük oğlu daha yeni doğmuşken trende gitmeleri. Oğlunun ilk başta her zaman kucakta olması, sonra aralarında oturması… Artık karşı koltukta oturuyordu kerata, yakında o da kompartımanın karşısında, koridorun diğer yanında oturmak isteyecekti. Ufaklığın daha zamanı vardı, hala aralarında oturuyordu, ama göz açıp kapayıncaya dek hızlı ilerliyordu tren. Bir gün onlar da bir durakta inecek kendi trenlerine bineceklerdi. Üzülmüyordu bunları düşününce. Sadece kaçınılmaza karşı hissedilen çaresiz teslimiyeti yaşıyordu.
Yine gerçeğe geri döndü. Etrafına bakındı. Vagon boş denmezdi. Hala çok insan vardı, tanıdığı, her gün trende gördüğü yüzler… Bazılarını severdi, bazılarının kendisi ile aynı trende olmalarından rahatsızdı. Bazı tanımadığı yeni gördüğü simaları fark etti, ama son duraktan beri yine bir kaç kişinin eksildiğini gördü.
Aklına dedesini son görmesi geldi. Yan peronda duran trende babaannesi ile beraber oturduğunu fark etmiş, bir durak onlarla beraber gidebilirim diye treni değiştirmiş ve yanlarına gitmişti. Dedesinin yolculuktan ne kadar yorgun olduğunu anlayamamıştı ve onu son defa göreceğini bilmiyordu o zaman. Bir daha ki durakta indi kendi trenine bindi tekrar. Meğer dedesi o trene bindikten sonra kendi treninden inmiş ve onun treninin peşinden uzun uzun baktıktan sonra durağı terk etmiş.
Bir kaç sene sonra babaannesi ile aynısını yaşadı. Onun da ne kadar yorgun olduğunu sezdi gerçi, ama her ne kadar dedesinin yolculuğu son vermesinden kendini hazırlıklı sansa da babaannesinin gitmesine çok üzülmüştü. İlk defa yaşlandığını hissetmişti, ilk defa o çocukken yaşadıklarının asla geri gelmemek üzere soluk bir anıdan ibaret olduğu gerçeği ile yüzleşme mecburiyetinde kalmıştı o zaman. Günün koşuşturmasında, duraklarda bir trenden diğer trene binerken, düşünmemeye, hissetmemeye çalışsa da en geç babaannesi ve dedesinin yolculuğu bıraktıkları durağa her geldiğinde yokluklarının tüm ağırlığını hissediyordu. İlk defa onların, özellikle babaannesinin yokluğunda, bu yolculuğun, tren değiştirmelerin, durakların bir sonu olacağını anlamış, idrak etmişti.
Annesi ve babası aklına geldi. Muhakkak onları görmeliydi. Belki yine beraber gidecekleri ortak bir yol bulabilirdi. Günün birinde, yine bir durakta, onların yokluğunu hissetmekten korkuyordu. Ama gençliğinde sandığı gibi kontrolün kendi elinde olmadığını çok iyi anlamıştı artık.
İnsanın hayatında gitmek istediği yerleri, ulaşmak istediği hedefleri kendi tercihi doğrultusunda belirleyebiliyor olmasının ne kadar büyük bir başarı ve hürriyet olduğunu öğrenmişti. Bu hedeflere göre hangi treni alacağına karar vermekte büyük bir çaba ve gayret sayesinde elde edilebilen bir hak olabilirdi, en azından büyük bir kısmıyla.
Lakin insanın trenin süratine, nerede duracağına, trene kimin binip kimin ineceğine dair söz hakkı çok kısıtlıydı.
İyice ilerlemişti yolculuğu. Hala nerede ineceğini kestiremiyordu.
Ama muhtemelen geride bıraktığı yol kadar yolu kalmamıştı.
Zaten kalmaması da daha iyiydi...
Yorulmuştu!