_Şarj aleti nerede?
( _Hasan'ın bıçağının durduğu çekmecenin üzerindeki tezgahın yanındakii prizde bırakmıştım. Yanlış hatırlamıyorsam... )
Bu günlerde hiç bir şeyi doğru dürüst hatırlayamıyorum ki. Daha fenası, hiçbir şeyi doğru dürüst unutamıyorum da. Hatırlayamadığım şeylerle unutamadığım şeyler arasında, gelip gidiyorum.)
Bir eli saçlarında, diğerini kapıya yaslamış; _Şarj aletini, diyorum! Gördün mü?
_Mutfakta, dedim ya.
Dememişim. Desem, duyardı. Duysaydı anlardı. Anlasaydı öfkeli bakmazdı böyle. Başka bir şey daha sormak istiyormuş gibi. Yok, sormak değil, söylemek istiyor ve söyleyemediği o cümle canını yakıyor gibi bir bakış fırlatıp, gidiyor. Kendimi suçlu hissediyorum. Suçlu ve zayıf ve aptal ve zavallı...
Başarılarını, hatırladıkları kadar unuttuklarına bağlayan dahi kimdi sahi? Aman! Kimse kim. Doğru söylemiş adam. Bırak dahiliği mahiliği, normal insan olmak için bile o yetenek şart. Yine normal dedim değil mi? Normal nedir ki? Kekin normali nasıl olur mesela? Susamlı olursa normal, kuru üzümlü olursa anormal sayılmaz... Keyfine göre bir tanım. Üçü, beşi bir arada, kahve... Benim sevdiğim kahveler şekerden hazzetmez, sütten hoşlanmazlar bile. Sade güzeldirler. Ninem gibi. Oysa ninem sütü seven, şeker gibi kadındı.
-Yuh diyorum artık sana! Yuh! Başka da bir şey demiyorum, demişti dün telefondaki adam. Ondan öte söylenecek neyi vardı, nesi kaldıydı; bilmiyorum. Öncesini birlikte söylediğimizden, sonrasını merak da etmiyorum ama, yine de öyle suçlu ve zayıf ve aptal ve zavallı bırakmamalıydım onu. Kendime benzetmemeliydim. Gönlünü almalıydım. Geç mi kaldım? Sanmam. Salına salına yürüyen kızlar gibi usul usul ve narin basar o, adımlarını. Arkasından gelenin başını belaya sokacak türlü gidişleri vardır. Yetişirim nasılsa ve tutar öperim kalbini; tam kırdığım yerinden. Dağınık aklımın köşelerinde hatırının kırıkları kalmaz. İlk fırsatta hallederim.
_Burada da değil !
(Hasan'ın atletinin olduğu çekmecenin üzerindeki prize bak bi de. Dün orada görmüştüm sanki.)
Sanki....
Say ki.
Farz et ki...
Bul şu lanet olası aleti artık. Ya da gel topla boşları beynimden.Yerimden kalkamıyorum. Ne aralık içtim, bitirdim bunları ben? Ne aralık biriktiler bu kadar? Kımıldasam birine çarpıp, düşüyorum. Sesleme adımı, kayıbım. Uzaklığımdan gelemiyorum.
_Neredeymiş bil bakalım?
_ Çantanda mı?
Gülümsüyor mu ne? Sırf o böyle gülsün, gülebilsin diye, kaç gündür bu evde saçmalayıp duruyorum ben. Ki dilimin altında, kurşun gibi sustuklarım...
_Hı, çantadaymış.
İyi diyorum. Aranan şeyin bulunması ne güzel.
Son dediğimi duymaması gerekiyordu. Duydu. Yine öyle bakıyor yüzüme. Canı yanıyormuş gibi. Dişlerini sıkarmış gibi... Kendimi güçsüz hissediyorum. Güçsüz, zayıf, aptal ve kandırılmış ve bırakılmış ve eskitilmiş ve atılmış ve kaybedilmiş...
_Ne yazıyorsun?
Yazmıyorum, diyorum. Okuyordum.
_Ne okuyorsun?
_Yılanları.
_?
_Yılanları ve yılmayanları okuyorum.
Onun sabrınn eşiği benim acı eşiğimden de düşüktür. Hep öyleydi. Bundan sıkça yararlandım galiba.
Unuttuğunu varsaydığım sorusuna cila çekerken;
_Zirvesinde olurlarmış zehrin diyorum. Kabuk değiştirirken en tehlikeli zamanlarıymış yılanların. Biliyor muydun?
_Peki ya yılmayanlar, diyor. Sizin ne zamanmış, tehlikeli zamanınız?
Beklediğimden daha küçük tokat bu. Kolaylıkla savuşturabilirim.
Annem benim benzediğimi söyler babama, ama bence o, boşverişleriyle, küstahlığı okşayan zekasıyla daha çok benziyor. Bir evetinin içine onlarca reddi, tek bir hayırının içine yüzlerce kabulü sığdırabiliyor. Ya ben? Bir saliseye kaç doğum sığar, akrebin yelkovana değdiği yere kaç ölüm düşer, sayamam bile. Üşenirim. Yanılırım. Yanıtlarım silik düşer, sorularım titrektir benim. Kelimeler daha aklımdan geçerken titrerim. Bu günlerde dilim de sürçüyor. Harfleri kontrolüme alamıyorum. En fazla da esnerken. Ağzımdan çıkanı iki elimle zor tutuyorum.
_ Aşıkken diyorum. O yüzden sadece sevdiklerimiz kandırabilirlermiş bizi.
_Hıı, diyor; bilmiş bilmiş gülerken yine, Sizin ki yanılmak falan değil, düpedüz cesaret ödülü.
_Öyle görünüyor diyorum. Düşünsene, kendinden bile korkanlar, neye inanabilirler? İnsan inanmadığını nasıl sevebilir ki?
_Onların da akla yatkın mazeretleri vardır elbette, kendilerine sormak lazım.
_Sordum.
_Neymiş?
_Yaraları, diyorum. Bizden kalan yaralarıymış, soyundukları.