Hemen söyleyeyim: Hâlâ Diyanet Reisi Ali Erbaş'ı müdafaa edenler varsa, derdimiz derindir.
Diyeceksiniz ki her tür adam çıkar.
Dini siyaset zannedenler çıkar.
Dini ideolojileştirenler çıkar.
İdeolojisini din zannedenler çıkar.
Dinden de, ideolojiden de haberi olmadığı halde adam cübbe giydi diye din âlimi zannedenler çıkar.
Çıkar da çıkar.
Çünkü bizim din tarihimizde Muaviye kötü bir gelenek başlattı.
Ben yalan söylerim ve inandırırım dedi.
Ben yanlış söylerim, inandırırım dedi.
ben doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösteririm ve inandırırım dedi.
On bin kişiye dişi deveye erkek deve dedirtti.
Böyle bir kesin inançlılığın ahlak dışı, din dışı anlayışını temsil etti.
Ve kazandı.
Evet kazandı.
Yüksek din anlayışının, yüksek karakterin, namusun, ahlâkın timsâli Hazret-i Ali bu siyaset düşüklüğünün ahklâksızlığına, bu dini bozan, inkârdan fena anlayışa giremezdi.
Girmedi ve kaybetti.
İslam Tarihi bu iki anlayışın çarpıştığı 1400 yılın hikâyesi şeklinde de okunmalıdır.
Her zaman Muaviye kazanmadı, çok zaman Ali'ler kaybetti.
Yalnız, şu değişmez bir gerçektir: Vicdanlarda kazanan hep Alidir.
Ne olursa olsun öyledir.
İyiliğe karşı durmanın yolu ancak haktan görünmekle olur.
Kandırma buradan gelir.
Muaviye çizgisini devam ettirenler onun adıyla konuşmazlar.
Lanet okumayan büyük kalabalıklar da zaten adını etmezler.
Bu adı edilmeyen adam hala sahnede ve hala siyaset adına herşeyi, dini-imanı düşünmeden hükmünü sürdürüyor.
Böyle bir paradoks içindeyiz.
Hatırlayın, 12 Eylül'de Sıkıyönetim mahkemesinde Agah Oktay Güner Bey şöyle demişti:
Biz hapisteyiz, fikirlerimiz iktidarda.
Muaviye sanki 1400 yıldır zaman zaman böyle diyor.
Biz Türkler her zaman Ali'den yanayız..
Zaman zaman bizde de Muvaiye gaalib gelse de Alideniz!
Diyanet Reisi, Ayasofya hutbesinde ettiği o bedduayla Muaviye anlayışının devamıdır.
Sonra o sözleri tevile çalışırken doğru söylemediği düşünüldüğü için Muaviye anlayışında görünmüştür.
Dişi deveye erkek dedirtmeye çalışmaktadır.
Yenileceğini anladığında Kur'an sayfalarını kılıçlara takarak hücum eden ve dini kullanmada sınır tanımayan Muaviye'nin düşük yoğunluklu bir devamı bu hadisede de vardır.
Bunu konuşmak zorundayız.
İlim adına konuşmak zorundayız.
Türkiye bu simsarlıktan kurtulmalıdır.
Ali Erbaş, tipik bir örnektir.
Başkan olduğu için göz önündedir.
Siyasete karşı duran, istediği görüşü vermeyen, fetvasını sadece hakikat bildiği yönde veren Ebû Hanîfe'nin çizgisinde gittiğimizi zannetmeyiniz.
O da gitmiyor, biz de gitmiyoruz.
Ebû Hanife şehid edildi.
Din ve bilim adına taviz vermediği için şehid edildi.
İnanç önderimiz Mâtüridî de öyleydi.
Dilimizdeki ezbere bakmayınız, biz, ne Hanefi, ne Mâtüridî'yiz.
Ali Erbaş, hala orada oturuyor.
Hala sözlerini tevile çalışıyor.
Hala dosdoğru konuşmuyor.
Hala siyaset yapıyor.
Diyanet Reisi, yalan söylediği algısına yol açıldıysa bile orada duramaz, durmamalıdır.
Bana kalırsa derdimiz daha derindir.
Problem yalnız onda değil, bu anlayışa prim veren aydınlarda, din ve siyaset hayatımızda ve nihayet hepimizdedir.