Gözlüyoruz olan biteni. Sokaktaki ruhu hissediyoruz. Eve ekmek götüremeyenler metropollerde dikkat çekmese de kokuları siniyor beton blokların kalitesiz duvarlarına. Burada pis kokan evsizler, ekmeksizler değil... Beton binaların kapattığı yoksulluktur pis kokan.
Bir yandan zenginliği hissediyoruz. Trafikte belediye otobüsü şoforü ile kavga eden motorsikletli havalı çocuğu görüyoruz. Üstü açık arabasıyla, havalı markalarla yanımızdan vızır vızır geçen arabaların arkasından bakıyoruz. Büyük binalara, lüks mekanlara, suyun beş ekmek parasına satıldığı restoranların camlarına bakıyoruz. İç geçireniyle, kıskananıyla ya da umursamamaz davrananıyla kocaman bir kitleyi oluşturuyoruz.
Peki biz nerde görüyoruz kendimizi? Her şeyin ekonomik ve politik olduğu bu çağda kendimizi zengin ya da yoksul nasıl ilan edeceğiz? Ne zaman yardıma ihtiyacımızın olduğunu, ne zaman başkalarına yardım etmemiz gerektiğini nasıl anlayabiliriz? Bizi hayatın sürüklediği birkaç meseleyi manipüle etmeye çalışan siyasi partiler olmasa belki de sorularımın cevabını net verebilirdim. Her şey çok fazla maddi ve politik burada... Çünkü bizler batılılar gibi demokratik değerlerin felsefi, ekonomik, sosyal ve siyasi savaşını yeterince vermedik. Onlar dünyanın ortasına bambaşka bir anlayış koydular. Bayrakları ellerinde hızla koştular. Biz ise arkalarından yetişmeye çalışan güçsüz ve karamsar insanlarız. Bize her şey tepeden geldi. O yüzden değerini bilmekten imtina ederiz. Koskoca Cumhuriyet ne yazık ki tek bir adamın eseridir. Çok partili seçime gitme meselesi ise ekonomik yardımlarla gelen ısmarlama bir demokrasidir. Devlet, partilerin üstünde bir konumda kendini belli etmesi gerekirken partiler devletin kurumsallığını ele geçirdi. Halktan kopuk, halkı eski kötü günleriyle korkutan ve kendi anlayışıyla kavrulan bütün partiler demokrasimizde bizleri meşgul ediyor. Bizi siyasaya mecbur bırakıyorlar. Dünyanın en yüksek oy oranıyla seçime katılan ülkelerden birisiyiz. Çünkü her şey politik ve ekonomik. Aynı şeyi şempanzeler kendi gruplarının liderliklerini ele geçirmek için de yapıyorlar. Kendi sosyal ağlarını kurup rakiplerin hepsini ölümcül düşman ilan ederek meşru olmayı amaçlıyorlar. Amaç sadece liderliği ele geçirmek... Bizden ne farkları var ki? Kusura bakmayın ama partiler kılları dökülmüş şempanze topluluklarıdır.
Salt partileşme tenkiti üzerinden olayı basitleştirmek istemem. Çarpıcı olma amacı güttüğümden teşbihi şempanzeler üzerinden tuttum. Bakmayın aslında partiler bize lazım. Gerçekten lazım. Çünkü demokratik sistemlerde partileşmeyen hareketler ivme kazanamıyor. Aşırı gözüküyorlar. O halde ne yapmalıyız?
İşte başlığın çıkış noktasına geldik. Pandeminin meşhur tabiri ile oluşturduğum bu başlık bence en iyi izah yöntemi...
"SİYASETE SOSYAL MESAFE KOYMAK "
Sosyal mesafe dışarıya çıkmak zorunda olduğumuz zaman bulaş riskini azaltmak için düşünülmüş bir kavram. Dışarıya, hava almaya, alışveriş yapmaya mecburuz ama eskisi gibi yapamayız. Kasada para ödemek için beklerken bile mesafe koymamız gerekir. Aynı şeyin politika ile olması gerektiği kanaatindeyim. Siyaset mecbur bir şey. İlgilenmezsek, hayatta başka iş yapmak istemeyen insanların merkezi oluyor. İlgilendiğimiz zaman ise böyle hızlı hızlı gündem değiştiren bir ülkede boğuluyoruz. O yüzden siyasetçiye, partiye sosyal mesafemizi koyduğumuzda onlar bize daha çok muhtaç olduklarını anlayacaklardır.
Biz ise bu sosyal mesafeyi ayarladıktan sonra toplumun ortak havasını koklamalıyız. Beton duvarların kirliliğiyle örttüğü yoksulluğu görmeliyiz. İsrafın, harcanılan paraların nereye gittiğine dikkat etmeliyiz. Birçok gencimizin yaşama tutunmaları için nasıl fırsatlar açılır, bakmalıyız. Partizanlık, kendinden olmayan kimseyi düşman ilan etme, bazı mukaddes hisler yüzüne yaşam tarzlarını yok etmeye çalışanlara dur deme, her şeyden önce cehenneme çevirmeye çalıştığımız bu sosyolojiyi yırtıp atmalıyız. Avrupalılar bu olgunluğa zaman zaman ulaşıyorlar. Onlar medeniyetlerine saldırı geleceğini düşündükleri zaman bizlerin olmadığı kadar aşırı uçlara kayıyorlar fakat toparlanmaları kısa sürüyor. Almanya bunun en güzel örneği... Almanlar birlikte yaşamaya alışalı daha 30 sene bile olmadı ama bugün ekonomik başarıları ile göz dolduruyorlar.
Gerçek korkularla hareket etmek yerine sultanlıktan kalma lidersizlik korkusu bizi yapay olan her şeye yönlendiriyor. Atatürk'ü dahi tutkuyla sevişimiz bundan. Çünkü üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen daha iyisini çıkaramadık. Çünkü lidersizlik çırılçıplak kalmak bir şeymiş gibi... Artık kocaman bir dünyada yaşıyoruz, bireyselleşmiş bir dünya burası. Üç beş yıl önce tutkuyla sevdiğiniz bir liderden bugün nefret edebilirsiniz. Her şeyin değişime bu kadar açık olduğu bir dünya hayal kırıklığına davetiye aralar. O yüzden şahsiyetimizi ortaya çıkaran şeylerle ilgilenmeliyiz. Biz kimse ile var olmadık kimse sayesinde de var olmaya devam etmeyeceğiz. Hatıralarımızda kalan kesitlerden ibaret olacaklar. Bakın eski partilere ve liderlere... Onlar da büyük desteklerle, kalabalıklarla ve güçlerle geldiler. Şu an hatırlayanı yok. Geriye kalan ise yaptıkları ve mirasları... Daha iyi bir ülke bırakabilmişler mi? Bunun terazisi yapılmalı.
Ben yoksulluğun kokusunu zihninde canlandırabilenlerin geleceğe atılabileceklerini düşünenlerdenim. Çünkü yokluk aynı zamanda yaratıcılığı beraberinde getirir. O yüzden yokluk siyasetin bir malzemesi olmak yerine bir çıkış noktası olmalıdır.
Çünkü siyaset özüne bakıldığında kafaları karışmış toplumların manipülasyonuna dayanır. Kitlelerin heyecanı zamanın ruhuna intibak eder. Bizler bu ruhun dışında durup rutinin akışına bakmalıyız. Ve siyaset ancak ve ancak benim değiştirmek istediğim hayatımın küçük bir zerresi olabilir. Bütün dünya için de istediğim budur.