Yeğenim dört yaşlarındaydı, ustalıklı bir şekilde bakımı o gün bana ihale edilmişti. Durumdan hoşnut görünmeye çalışarak ilgileniyordum. Çok hareketli ve zeki bir çocuktu, daha rahat kontrol edebilmek için şehir kalabalığından uzakta olalım bir parka gidelim diye ikna ettim, istikamet Emirgan Korusu oldu. Annesi hep "oğluma bir görkem hastalığı bulaştırdın, pahalı yerlere götürme benden de aynısını istiyor" diye sitem ederdi. Tabiatı icabı parkla yetinmedi, oradaki restoranlardan birine gittik, zevkle siparişini verdi. Yemeğimiz geldi, arada konuşuyoruz;
-Burası kimin teyze?
-Belediye işletiyor çocuğum eskiden padişahların yazlık ve av köşkleri imiş.
-Padişah ne teyze?
-Çok yıllar evvel ülkemiz farklı yönetiliyordu, o zamanki devleti yöneten kişi.
-Burada ne avlıyorlarmış teyze?
-Bilmem belki kuş, belki tavşan. Ayrıca o dönemlerde burası daha büyük bir orman ve çok fazla miktarda, değişik tür hayvanların yaşadığı bir alanmış. Sonradan küçültülmüş.
-Padişah çok mu zenginmiş Teyze?
-Devletin sahip olduğu hazineyi ve mülkleri kullanabilirmiş, evet kendileri de zengin imişler.
-Şimdi nerdeler teyze?
-Devleti kötü yönetmişler ve iflas edince başka kötü şeyler olmuş. Artık padişahlar yok.
Çok önemli şeyler düşünüyor gibi yüzünün ifadeleri değişiti Sıra savaşlara gelecek zorlanacağım diye konuyu hemen değiştirmeye çalışıyorum ve
-Biliyor musun? Padişah olmana gerek yok, sen de böyle büyük bir toprak alabilir, güzel bir ev yapabilir, içinde güzel hayvanlar yetiştirebilirsin? Ama av kısmını sevmiyorum, onu yapma tamam mı?
Gözleri büyüdü ve yumulduğu dondurmanın kaşığını bırakıp tam bir öğretmen edasıyla doğrularak, avuçlarınıiki yana doğru genişçe açarak,
-Bak teyze! Hayallerini çok büyükletmemelisin! Yapabileceğin kadar küçüklet!
Diyerek avuçlarını yaklaştırıp daha küçük bir alan gösterdi. Çocuktan öğrendiğim bir gündü.
-Hayallerini küçüklet, yap! Sonra büyükletirsin.
Önce ne yapabileceğini hesapla, yeteneklerini imkânlarını gör, yap ve sonra bir sonraki aşamaya geç. Öğren, hesapla yap ve yeniden öğren hesapla yap… Düşündükçe çok mantıklı gelir. Türk evladı bu döngüyü kurmayı başarmalıydı.
Daha eski yıllarımda evimizde çok kalabalık bir aile nüfusu var, baba ve annem deliler gibi çalışıyordu her birinin yaptığı işler çok ağır. Galiba sık sık kavga etseler de hayalleri, çocukları okusun ve onlar gibi acılı bir uğraşta olmadan güzel işlerde çalışarak yorulmadan yaşasınlar noktasında ortaktı. Evde ilkokuldan liseye olmak üzere en az beş öğrenci vardı. Bir sabahı hatırlıyorum; yağlı ekmek, çökelek çaydan oluşan kahvaltı verilmiş temizlenip giydirilmiştik. Yakın okula gidenler harçlık almazdı zaten ama uzağa gidenlere harçlık çıkmıyordu. Babamı hep sinirli hatırlarım, hele ailesine yetemediyse… Çok şımartılmış büyük oğulun açtığı boyundan büyük bir borcu ödemeye çalıştığı için maaşı eve yetmemiş. Anne, ahırdaki ineğin sütüne ihtiyacı var. Sütünü, tereyağını, yoğurdunu satıyor, tosun da kurbanda daha çok para eder diye satışına izin vermiyor. Kurbana dokuz ay var lakin o arada diş sıkar borcu bitiririz diye düşünüyor.Evin en küçük öğrencisiyim, beni komşu M…amcalara gönderiyor, annem -çünkü diğerleri gitmiyor, utanıyorlar istemeye- ' beş lira ödünç versin, aybaşı babam geri verecek' diyeceğim. M… amca o beş lirayı veriyor ama yüzündeki ifadeyi hiç unutmuyorum, ekşi, rahatsız biraz da tiksintili. Güzel günlerin çay eşliğindeki sohbet dostunun yüzü değil. Çocuk zihnimden bu güne taşınıyor.
…
On yıl geçmiş, biz de göççü olup İstanbullara gelmişiz. Kamyonunu satıp beş dikiş makinesi alan tekstilci iş adamı olmuş. Makinenin pedalına basabilen iş bilir kıvamında bir sanayi gelişiyor. Biz de ara eleman olarak çalışıyoruz o ilk yıllarda. Üç kardeş aynı şirkette çalışıyoruz. Lise bitirdim diye stokçu yaptılar, gelen giden malı sayıyorum. Evde ahali genişlemiş, yeni kardeşler, gelinler dâhil olmuş. İhtiyaçlar artmış, babanın emekli maaşı kuşa dönmüş. Bilmem hangi sebep yüzünden sınırları bir türlü belletilemeyen büyük oğul üç beş yılda bir büyük bir maddi hasar oluşturuyor. Babam bir şekilde o borcu ödemek başkasının ziyanını kapatmak ihtiyacı hissediyor. Gücü yetmeyince bizler mecbur kalıyoruz. Ayrıca her birimizin ayrı düşleri var.
Şirkette çalışan kardeşlerin en küçüğüyüm, ayrıca stok işinden dolayı patronlar ile en fazla ben konuşuyorum, para bittikçe maaşa karşılık avans istemeye gönderiliyorum. O avans isteme fasıllarından birinde patron alt kat ofisin anahtarını veriyor "git bekle, geliyorum" emir almaya alışığız, iş yeri çalışmadan başka ne istenir ki diye düşünerek gidiyorum. Alt katın kapısını açtığımda tüm ofis boşaltılmış, odalardan birinde bir şilte var. Çıkıyorum koridorda patronla karşılaşıyoruz. "Burada hiçbir şey yok" diyorumo da "avansla bu işler çözülmez başka yollar da var" diyor. O günden sonra işe gitmiyorum ama giden kardeşlere de durumu anlatamıyorum. Zira o günün ölçeğinde oldukça iyi bir maaş alınıyor anlatırsam işi bırakırlar aç kalırız diye korkuyorum. Ablam tembelliğim ve işe ihtiyacımızı yok saydığım için saçımı başımı yolup bir güzel pataklıyor!
Türkiye'nin bu gününü yaşayan ben bu üç anıyı sıklıkla düşünüyorum. Dört yaşında bir çocuğun bile şartlarını değerlendir ondan sonra yap, kendini geliştir daha iyisini yap şeklinde özetlenebilecek bir prensibini geliştiremeyişinin sonucu olan iflası ülkemiz yaşıyor.
M… amcanın tutumunu bu gün hiç de yadırgamıyorum. Kontrol edemeyeceğin büyüklükte bir aile olduğunda, bireyleri hak ve sorumluluklar konusunda eğitemiyorsun. Aile bireylerinin denetimini ve sağlıklı karar ve eylemler içinde bulunmasını temin etmediğinde senin olmayan hesapları ödüyorsun. Aile kaynaklarını küçültüp borcunu ödeyip, büyümeye aday kaynak oluşturmayı öğrenmediğindeo tiksintili tavırlı yardım bir süre sonra kesiliyor ve elinde olan kaynakları yok pahasına bazen de paha bile bulmadan kaybediyorsun.
O patrondan hala tiksinti duyuyorum ama öğrettiği şu ki, seninle hiçbir duygudaşlık geliştirmeyen taraftan, bedelini ödeyecek olsan bile, sürekli istersen; savunmasızlığını öğrenir ve istismar edip sonra çöpe atmakta hiçbir sakınca görmez. Güçlü olan her türlü istismar hakkını kendinde buluyor. Doğru bulduğumu ima etmiyorum, aksine toplumsal tutumun yanlış yerleştirildiğine ve halk olarak bizim yanlışı görmek istemeyişimize dikkat çekmek istiyorum. Gerçeğin buzdan soğuk tarafıyla yüzleşmemizi geciktirmeyelim.
Yine öğrendiğim şu ki; reel şartları varlıklarını, borçlarını-ihtiyaçlarını, gelecek beklentilerini net bir şekilde ortaya koyamayan amaç birliğini sağlayamayan sosyal yapılar birbirlerinin saçlarını yolmaktan öte gidemiyorlar. Yapının bir aile ya da bir devlet olmasının farkı yok. Zira yapı bir birine model olabilecek kadar aynı. Devleti gözünüzde büyütmeyin. Olaylar sandığınız gibi makro ölçülerde değil, gayet mikro yani küçük ölçek bozuldu ya da onarım yerine yıkımı tercih edildi. Şimdi onarım ve yeniden kurma zamanı, elbette en sağlıklı biçimiyle.
Şu anda devletin başında bizim ailedeki başıbozuk ağabeyin bir başka örneği var. Sanıyor ki şartlar düşlerinden ibarettir. Gerçeğe yaklaşması çok zor zira uyanamıyor. Var olan kaynakların bir kısmını gözlerimize güzel görüneceğini düşündüğü binalara yollara yatırdı, iş yaptığı çevreleri kendisi seçti. Kendi sosyetesini, sosyal tabakasını inşa edeceğini sandı. Diğerbir kesime de çalışmana gerek yok. Odun kömür fasulye makarna ben sana veririm, ne gerek var çalışma gibi yorumlanacak destekleme biçimlerini sundu.İş o noktaya vardı ki, örneğin; kendi bahçesindeki dutu silkeleyip, bahçesinin kıyısındaki çalıyı yakarak kaynatacağı tavada pekmeze dönüştürebileceğini unutan bir köylü oluşturmayı başardı. O köylü şimdi mısır şurubuna aroma katılarak üretilmiş reçel alıyor marketlerden. Yeniden bahçesine, toprağına ürününe, pazarına dönebilmesi uzun ve özel gayret gerektiriyor. Ancak topraktan eğer işlerse alabileceği ürün bedelinden daha fazla destek alan insanları yeniden toprağa nasıl döndürebiliriz? Örneklemeler pek çok toplum katmanında yapılabilir.
Ve biz de o ağabeyin(!) açtığı borç bataklarını kurutmaya vazifeli diğer bireyleriz. Bedeli biz ödeyeceğiz. Her hareketinde durduğumuz yerde varlık, moral, onur kaybediyoruz. Kalan aklımızı başımıza alalım! Ortak bir çözüm bulmak ve buna sadık kalmak zorundayız. Bunun için de Aile Meclisimizi toplamak zorundayız. En küçüğünden en büyüğüne kadar gerçeği rehber alarak durum değerlendirmesi yapmaya, elimizde kalanları belirleyip, ne kadar süre ile bu badire ile uğraşacağımızı belirlemeye ihtiyacımız var. Çünkü;
-Kör topal geç de olsa ilerlemeye çalışan eğitim çöktü. Reel eğitim halktan uzaklaştırıldı.
-İç üretim ve sanayi çöktü, kendi hammaddemiz ile üretmiyoruz. Hammaddeyi bize satacaklar, üretip dışarı satacağız. Pahalı alırsan pahalı satacaksın karşında müşteri niye pahalı alsın?
- Bin bir emek ile oluşturulan ekonomik varlıklarımız geliştirilmek yerine haraç mezat satıldı. Gelen kaynaklar etkin bir gelişme için kullanılmadı. Yeni bir varlık oluşturulamadı. Ülkemizin finans dünyasını yönlendiren bankalarınyüzde sekseni yabancıların, dolayısıyla ulusal çıkarlardan çok o kurumların çıkarları ön planda.
-Siyasal hatalar, dört milyona ulaşan, ortak dil bile konuşmadığımız, her şeye ihtiyacı olan yeni vatandaş bonusuyla köşeye sıkıştırdı. Devlet omurgası, yönetimdeki siyasilerin kendi elleriyle yerleştirilen kadrolar tarafından düzenlenen terör ile baltalanırken sonrasında tam da o teröristlerin isteği doğrultusunda hırpalanmaya devam ediyor.
-Dış politikada ekonomik mecburiyetlerin dayattığı boşluklarımız nedeniyle vasi adına savaşa itiliyoruz. Savaştığımız da Müslüman olacak, kazanan borç aldığımız patronlar olacak. Alın teri iledeğil kan ve onur ile ödeme yapacağız.
-Aşırı borcun faizini ödeyebilir değiliz, borçların yeni borçlarla çevrimini de sağlayamıyoruz. Satılacak ipotek edilecek çok şey kalmadı. Başarısızlığı kabul edip çekilecek kadar erdemli yöneticilerimiz yok. Ülkemizi sıkıştıranlar bu yöneticilerden memnunlar değiştirmek istekleri filan yok. Dolar ile diz çöktürmüyorlar, bilinen tüm para birimlerinin karşısında güç kaybediyoruz.
Çok az çocukluk anım var, bunların içinde eve birden bire gelen çuvallarca un, kutuda et ve süt tozu var. Sonraki yıllarda öğrendik, meğer Marshall yardımı almışız. O tarihe kadar aç kaldığımızı da hatırlamıyorum. Bahçemiz meyvemiz, ineğimiz sütümüz vardı. Babam işte/ evde çalışıyordu keza annem de hep bahçesine bir şeyler ekip diken bir insan olmuştu. O yardımın epey bir kısmını konu komşuya hediye ettiğini de hatırlıyorum. Anlatmaya çalıştığım şu ki, ihtiyacınız yoksa yardım almanın gereği de yok. O un ve süt tozları ile halkın direnci daha baştan törpülenerek, ülkemiz tezgâha konulmuş. Bu günkü görünümüz son Pazar.
Nurşen Karakaş
12.08.2018, İstanbul