By Hasan Burak Bilir on Perşembe, 17 Kasım 2016
Category: Siyaset

SURİYE'DE BİTMEYEN BAHAR

     Arap Baharı, 2010 yılında başlayan ve etkisi hâlâ devam eden, Arap Dünyasında yaşanan halk ayaklanmalarına verilen ortak addır. Bu halk hareketleri Arap coğrafyasındaki insanların diktatör olarak gördükleri liderlere karşı; demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıkmış toplumsal bir siyasi-silahlı harekettir. Birçok gösteri, protesto ve iç çatışmadan sonra halkların özgürlük mücadelesi adı altında bazı diktatörler resmen devrildi. Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde büyük çapta gelişen gösteri ve protestolar kontrol altına alınamayacak düzeye ulaştı. İlk olarak 2010'da Tunus'ta başlayan protestolar; daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün'e sıçradı. Bu direnişler Mısır, Libya, Tunus ve Yemen'de başarı göstermiş olup; Mısır'da 30 yıldır Cumhurbaşkanlığı makamında oturan "Muhammed Hüsnü Said Mübarek'in", Libya'da 41 yıl boyunca resmi görevi olmadığı halde ülkeyi yöneten "Muammer Kaddafi'nin", Tunus'ta 23 yıldır yönetimde olan "Zeynel Abidin Bin Ali'nin" ve Yemen devlet başkanı "Ali Abdullah Salih'in" görevlerini bırakmalarıyla sonuçlanmıştır. Ardından domino etkisiyle bütün Ortadoğu'ya yayılan "demokrasi ve özgürlük mücadelesi" adını verdiğimiz Arap Baharı içinden çıkılmaz bir hâl almaya başladı. Bunun en bariz örneği 2011 yılından bu yana devam eden Suriye'deki iç çatışmadır.

​    Suriye'de Mart 2011'de Ürdün sınırındaki Dera'da başlayan gösteriler güvenlik güçlerinin göstericilere karşı sert tutumu sonucunda bütün ülke sathına yayılmaya başladı. Bu gösterilerin zuhur etmesindeki sebep yukarıda belirtiğim gibi Arap Baharının Arap Dünyasındaki domino etkisidir. Tunus ve Mısırdaki yönetim değişiklikleri Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ülkesinde yaşayan birçok halka ilham kaynağı oldu. Suriye'deki rejim karşıtı eylemlerin ivme kazanmasıyla Ortadoğu coğrafyası kaosun merkezi haline gelmeye başladı. Siyasi eylemlerin bir müddet devam etmesi üzerine rejim karşıtı eylemciler Esad güçleri tarafından ağır yara aldı. Bunun üzerine Esad ordusuna karşı muhalif grubun önderliğinde ilk ordu yapılanması adını verebileceğimiz Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) kuruldu. Esad ve Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) arasındaki çatışma her geçen gün şiddetleniyordu ve artık bu olay demokrasi-özgürlük mücadelesinden çıkıp bir "İç Savaş" adını almaya başlıyordu. Peki, Suriye'de bunlar yaşanırken Türkiye başta olmak üzere ABD ve Batılı Devletler nasıl bir "Suriye Politikası" üretme yoluna gittiler?Üretilen bu yeni dış politika anlayışları Suriye iç savaşına ve politika üreten ülkelerin iç dinamiklerine nasıl yansıdı?

    Öncelikle Türkiye'den başlayacak olursak; dönemin Başbakanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan gösterilerin dördüncü ayında "Esad'ın birkaç ay içerisinde devrileceği" öngörüsünde bulunurken, gösterilerin birinci yılına gelindiğinde bu öngörüsünü revize ederek bir buçuk ila iki yıla çıkardı. Hatta o dönemde Şam yönetimine "Silahları durdur, halkın taleplerini yerine getir, istifa et" çağrısı bir süre sonra "erken seçime git" tavsiyesine dönüştü. Günümüzde ise bu tavsiye ve yorumların yerini "Esad'lı geçiş sürecine ılımlı bakabiliriz" anlayışı aldı. Son beş yıldır Suriye iç savaşına karşı hayalden uzak, ayakları yere sağlam basan politikalar üretemedik. Aslında Ortadoğu'daki çatışmaların henüz başlamadığı dönemlerde Sn. Ahmet Davutoğlu'nun teorisyenliğini yaptığı "komşularla sıfır sorun", "proaktif diplomasi" ve "çok boyutlu dış politika anlayışı" Suriye'deki iç savaşın bitmesine ve yaraların sarılmasına haiz olmadı. Türk Devlet sultasının politik başarısızlığının arkasında a)rejimin direncini, b)muhaliflerin yapısını, c)bölgesel aktörlerin etkinliğini doğru okuyamaması yatmaktadır. Ayrıca bir diğer sebep Türkiye Suriye'deki gelişmeleri İslamcı düşünceyle çok uyumlu bir şekilde "Alevi-Nusayri azınlığının Sünni çoğunluğa karşı isyanı" olarak değerlendirip Sünnilerin galip geleceğini zannetmesidir. Türkiye bölgede politika üretirken ABD ve Batılı Devletler de boş durmuyordu. ABD ve bazı Batılı Devletlerin Suriye Politikası Türkiye ile hemen hemen aynı çizgide idi. Çünkü Batılı Devletlerde Türkiye gibi "Esad gitmeden sorun çözülmez" anlayışıyla hareket ediyordu. Ama hiçbir zaman olası bir Suriye müdahalesine sıcak bakmıyordu batı bloğu. Hatta Türkiye ile Suriye arasındaki krizin tırmandığı 2012-2013 yılları arasında NATO kuvvetleri tarafında Suriye'ye bir müdahale beklenirken, Türkiye-Suriye sınır hattına "Patriot Bataryaları" yerleştirme kararı alındı. Bütün bunlar yaşanırken Rusya ve Çin'in Ortadoğu'daki savaşa müdahil olması Batılı Devletlerin Suriye Politikasını tekrar gözden geçirmelerine sebep oldu. Görünen o ki 28. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda(BMGK) ABD Başkanı Barack Obama'nın "Rusya ve İran ile çalışmaya hazır olduğunu" deklere etmesi ve Esad konusunda "Denetimli bir geçiş süreci" talep etmesi ABD'nin Suriye Politikasındaki değişimini anlatmaktadır.

    Arap Baharı ekseninde yaşanan bütün bu olaylar ve olgular şüphesiz Türkiye'yi siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan ciddi biçimde etkiledi. Hatta Suriye iç savaşından en fazla etkilenen komşu ülke Türkiye oldu. Savaşın yarattığı mülteci sorunu ve onun yükünü bir tarafa bıraksak bile, Suriye sınırından birçok olumsuz etkinin Türkiye'ye yayıldığı görülüyor.
Türkiye açısından, Suriye sınırında çok ciddi bir güvenlik sorunu yaşanıyor. Ciddi anlamda can kaybına neden olan çatışmaların yarattığı kaos, Suriye sınırını ABD-Meksika sınırına dönüştürme riskini de yaratmış durumda aslında. Sınırdan Türkiye'ye geçen ve geçmeye çalışanların kontrolü giderek zorlaşıyor. Bu gruplar arasında kaçakçısından, teröristine, adi suçlusundan, örgüt yöneticisine birçok unsur var. Bunları ayıklamak, kontrol etmek, bu arada mültecileri sevk ve idare etmek de kolay olmuyor. Sınırdaki kaos, politik güvenlik açısından da sorun üretiyor. Kuzey Suriye'de bir yandan PYD, bir yandan muhalif gruplar hâkimiyet savaşı içinde. Bölgede 10'dan fazla siyasi parti ve grup var. Bütün bu yaşananların faturası Türkiye'ye pahalıya mâl olmaya başladı.

     Diğer bir husus Suriye'de, toplumsal yaşamın önemli bir kesimini oluşturan Türkmenler; yaşananlar karşısında Türkiye kadar olmasa bile en fazla etkilenen diğer bir kesimi oluşturmaktadır. Hâl böyle iken Suriye'de Türkmen gerçeğini göremeyen Türk Hükümeti ürettiği politikalarda çokta başarılı olamadı. Suriye muhalefeti içinde ve uluslararası arenada Türkmenlerin "tek ve meşru" temsilcisi olan Suriye Türkmen Meclisi 2013 yılından bu yana Suriye Türkmenlerinin taleplerini dile getirmeye çalışıyor. Ayrıca Türkmenlerin sesi olan bu meclisin kurulmasında şüphesiz Türk Hükümetinin diplomatik açıdan büyük katkıları olmuştur. Fakat benim "Türkmen Gerçeğini Görememek" ile kastetmeye çalıştığım; Halep Türkmen Bölgesi, DAEŞ ve PYD'nin nüfuzu altına girerken, Bayır-Bucak dediğimiz Lazkiye Türkmen Bölgesinin köyleri bir bir boşaltılırken ve Bucak bölgesi köyleri rejimin kontrolüne geçerken herhangi bir diplomatik veya askeri yaptırımın neden uygulanmamasıdır. Bugün bu saydıklarımın bir sonucu olarak şunu söyleyebilirim; Suriye Türkmenleri ne acıdır ki kendi topraklarında varlıklarını ve kimliklerini koruyamaz duruma gelmiştir.

     Son olarak, Suriye'de yaşanan bütün bu askeri, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel savaşın eksenini değiştirecek bir olay meydana geldi. 15 Temmuz hain cunta girişiminin ardından; morali ve itibarı kaybolmuş, emir-komuta kademesi değişmiş, kendi içinde hain ve vatansever olarak ayrılmış Türk Silahlı Kuvvetleri'nin(TSK) kahraman evlatları 24 Ağustos 2016 günü saat 04.00'da Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) adlı muhalif grup ile Suriye'nin Cerablus kentine harekât başlattı. Harekâttan kısa bir süre sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'ne(TSK) bağlı askeri birlikler Cerablus'a ilerleyişini sürdürüp bölgeyi DAEŞ militanlarından temizledi. AKP hükümetinin bu konudaki kararlılığı bölgedeki diğer terörist unsurlarla da mücadeleyi gündeme getirdi. Zaten "Fırat Kalkanı" harekâtının amacını hükümet yetkilileri şu şekilde açıklıyordu; "Sınırın terör örgütlerinden temizlenmesi ve hudut güvenliğinin arttırılmasına katkı sağlayarak, aynı zamanda Suriye'nin toprak bütünlüğünün öncelemesi ve desteklenmesiydi. Ayrıca harekât sayesinde yeni göç dalgalarının önlenmesi bölgedeki sivil halka insani yardımların ulaştırılması ve bölgenin terörist unsurlardan arındırılması hedefleniyordu." 

Leave Comments