Gözümü açtığımda kilisenin çanı çalıyordu. Saate gözümü iliştirdim, 09:05. Bu saatte kilise çanının çalması tuhafıma gitmişti, günlerden pazar bile değildi. Neyin ayiniydi ki bu? Elimi yüzümü yıkamak için ayağa kalktım. Banyoya doğru yürümeye başladım, aklım başıma geliyordu yavaş yavaş. "Tabi ya, bugün 10 Kasım, düşmanımızın Ata'sı bugün ölmüştü." diyerek mırıldandım. Evet bugün Atatürk diye andıkları, dahi liderlerinin ölüm yıldönümüydü.
Nasıl da hüzünlülerdir diye geçirdim içimden, bizim tarafımızdan ise sevinçli bir gün olarak nitelenebilirdi. Çan sesleri bir şükran ifadesiydi. Çünkü Atatürk, Anadolu'yu işgal harekâtımızı durduran kişiydi, arkamızdaki devlerle ilerleyişimize set olmuş, İzmir'den bizi Ege'ye dökmüştü. Nasıl da sevinçle dolmasındı insan? Bir on sene daha yaşasa, müreffeh Türkiye yanı başımızda belki de bize hükmedecekti. Zira savaşta nasıl ki Tanrı'nın kılıcı olmuşsa, barışta da insanların gönlünü fethetmekte ustaydı. Sadece savaşçı değil iyi bir imarcı idi, Anadolu'yu baştan imar ediyor, fabrikalar açıyor, eğitimde, kültürler devrimler yapıyordu. Biz ise o vakitlerde hayıflanıyor, İngilizleri, Fransızları bozguna uğratan parçalanan vatandan yeni bir devlet kuran bu dâhiyi hayranlıkla izliyorduk.
Dinlemek için lütfen tıklayın.
Televizyonu açtım, başpiskopos bir Yunan tarihçisini hasta yatağında ziyaret ediyordu. Elinde bir takım dini kitaplar hediye etmek için getirmişti, adeta 10 Kasım'ı kutluyorlardı. Yüzlerinde tebessüm vardı, mavi denizin ardında ise Türklerin gözleri yaşlı idi. Bizim tarihçimizi, sadece Yunanlıları yüceltmesi tarafıyla severdim, zira kendisi hep belgeleri tahrif eder, olmayacak yorumlar ile Türkleri kötülerdi. Mantık çerçevesinde değil, Yunan kimliğim onu bağrına basıyordu. Bir keresinde "Keşke Yunan kazansaydı." demişti de nasıl coşkuyla alkışlamıştık. Halbuki biz işgalciydik, evin sahibini evinden çıkarmaya çalışan bozgunculardık. Hatta bir toplantıda işi ileriye götürerek ahlak sınırlarını aşmış ve Türklerin en büyük moral kaynaklarından olan İstiklal Marşı'nı, yazan kişiye "serserinin teki" demişti. İşte böyleydi bizim tarihçimiz, Başpiskopos'un onu ziyaret etmesinden doğal ne olabilirdi ki?
Tüm bu düşüncelerimi bozan bir ses duydum, "Allahu Ekber, Allahu Ekber…". Sesin ihtişamlı etkisiyle gözlerimi tekrar açtığımda yatağımdaydım. Terler içinde kalmışım. Göğsümü daraltan, beni kahreden görüntüler bir kabusmuş meğer, denizin öte tarafında değil, bu tarafında yaşıyorum, Türk'üm. Duvarıma baktım, al bayrağım asılı, baş ucumda dün gece okuduğum Atatürk'ün teşvikiyle hazırlanan Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kur'an-ı Kerim tefsiri duruyor. Onun hemen yanı başında da Gazi'nin Kurtuluş Savaşı cephesinde çekilmiş fotoğrafı. Televizyonu açtığımda 09.05'de insanların Ata'sı için bir dakikalığına saygı duruşunda bulunması görüntüleri. Kadınlarımız daha intizamlılar, gözleri daha nemli. Minnet duyguları okunuyor hareketlerinden. Devlet başkanımız Anıtkabir özel defterini imzalıyor. İçim sevinçle doluyor, gerçekten mutlu oluyorum, şükrediyorum. Sonra elime telefonumu alıyorum, bir de ne göreyim? Rüyamın bir kısmı gerçekmiş, başpiskopos Yunan tarihçisini ziyaret etmiş, elinde bir takım kitaplar hediye ediyor.