Uzun bir ara verdim bu seriye. Yazma eylemi memurluk gibi her gün yapılmıyor. İlham diye tasavvur edilip abartılan şey bu durum olsa gerek. Neyse ki ilhamım bu gece yerinde. Biraz iç karartıcı yazı olacak ama kendimi anlatmak için bu dönemimi es geçemezdim.
Karanlıkta kalmanın tuhaf bir yanı var. Işığı bir gün mutlaka göreceğinizi bilmenize rağmen karanlıkta kendinizi mahvetmeden duramıyorsunuz. Dostoyevski " İnsan her şeye alışır" diyordu. Doğru olduğunu o zamanlar öğreniyordum. Karanlığa ışığı istemiyormuşçasına alışmıştım.
Benlik kavramı bazı insanlarda kolayca silinebilir. Varlığını aldığın nefesin güzelliği yerine çevrende olup bitene bağladığın zaman alakalı alakasız bütün mevzular içinde kaybolursun. Eğitim hayatım boyunca elde ettiğim kazanımlarımı ve başarılarımı çevrenin potası içinde erittim. İşte benlik kavramımı yeryüzünden silercesine davrandığım dönemdi.
Hayatın adilane olmadığını biliyorum. Bir yandan da bu eşitsizliği yırtmak için savaşmamız gerektiğini de biliyorum. Milletin havalı bölümlerle işsiz kaldığı bir dönemde ben iş garantisinden ve özgürlüğünden emin olduğum bir bölümden meslek hayatına atılmıştım. Matematik öğretmenliği biçilmez bir kaftandı. Fakat atandığım zaman kendimi hiçe sayacağımı düşünmemiştim. Şimdiler de bakıyorum ve tükettiğim zamanların ne kadar anlamsız olduğunu biliyorum.
Ne mi hissettim?
Yaşadıklarımı yazmak laf kalabalığı olacak. Fakat o buhranlı devir ise şimdilerde bile bana farklı hissettirmeye yetiyor. İnsan bir duygu denizinden ibaret. Ben ise o denizde kendimi boğmaya kararlıydım.
Kuyuya atılmış küçük bir erkek çocuğu gibi hissediyordum. Yusuf peygamber gibi terkedilmiş. Oysaki insan hiçbir zaman terk edilemez. Kendi kendini bırakırsın.
Çaresizlik içinde kıvranır gibi hissediyordum. Çabalamak isteyen ama yorulmuş. Kulaklarımdan hüzün ve karamsarlık boşalıyordu. Yüzüm kendi beyazlığından uzak bir kireçti sanki. Gözlerim ferini yitirmiş bir insansı gözleriydi. Nefesimi alırken yapmamam gerekirmiş hissine kapılıyordum. Üstelik bütün bunlarla iken çalışıyor, yemek yiyor ve arkadaşlarımla sohbet ediyordum. Ne büyük aptallık! Oysaki umursamaz birkaç hamle bütün benliğime sarılmamı sağlayabilirdi.
Karanlıkta kaybolmaya benzediğini hatırlıyorum. Böyle bile isteye kayboluyorsunuz. Bulunmak istemiyorsunuz. Hiçlikte mahvolmak yaşam amacınız haline geliyor. Bitti her şey sanki.
Biliyorum. Böyle şeyler yaşamak için hiçbir mantıklı sebebim olmadı. Tanrı'ya öfkelenmedim. Ülkemden nefret etmedim. Geçmişime küsmedim. Fakat kendimi kaybetmenin dayanılmaz hafifliğine bıraktım. Şimdilerde bakıyorum, buna meraklı çok tanıdığım var. Ümitsizliği ve bedbahtlığı çekici buluyorlar. Özellikle kadınlar bu derya denize kendisini kaptırmak için can atıyor. Kısır döngüyü çiçekli bir bahçe sanıyorlar.
Umut ışığı tam gözbebeklerimizin içinde. Hayatın yaşanılabilir olduğu kafatasımızın içindeki kıvrımlarda bulunabilir. Zor değil. Sadece bakış açınızı ve nihai amacınızı değiştirmeniz gerekiyor. Doğru bakarsanız toplama kampları bile hayatı yaşamak için birer fırsattır.
Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında toplama kampında geçirdiği yılları anlatır. Bütün zor koşullara rağmen nasıl ayakta kaldığını okumuştum. Şu söylediğini hiç unutmuyorum. Kelimesi kelimesine hatırlamasam da bende bıraktığı cümleler şöyleydi :
"Toplama kamplarından sağ çıkanlar, bizler; nihai amaçlarımıza tutunmamız sayesinde ayakta kaldık. Yaşayacak bir şeyleri kalmadığını düşünenler ya intihar etti ya da kampın ağır yüküne dayanamadılar. O zamanlar hayatın her şeye rağmen yaşanabilir olduğunu kavradım."
Yazımı toplama kampı anektodlarıyla bitiriyorum madem, çok güzel bir film ismiyle de kapanışı yapayım:
"LİFE İS BEATİFUL."