Aşağıdaki yazı rahmetli annemle yaşadığım deneyimin benim kendi penceremden yansıyan bazı kesitlerini anlatıyor. Şundan eminim ki okuyan herkese kendi yaşamlarından benzer anıları hatırlatacak, kısa bir süreliğine de olsa geçmişlerine bir pencere açacaktır. Bu vesile ile hayatta olan bütün annelerin "anneler günü"nü kutluyor, sağlık, sıhhat ve sevdikleri ile beraber mutlu bir ömür bereketi, ahrete intikal edenlere de rahmet ve mağfiret diliyorum.
Annelerin çocukları hiç büyümez, en azından benim için böyleydi bu durum annem yaşadığı müddetçe. Elden ayaktan kesilip yatağa düştüğü, devamında konuşmayı unutup sadece içimi ısıtan bir ana şefkatiyle dolu gülümsemeyle, hatta artık hiç bir tepki veremeyecek hale gelip ifadesiz bir yüzle gözlerimin içine baktığı zaman bile biliyordum onun gözünde büyüyemediğimi. Ben ona rahmetli babamın "Ben göremem hanım, bak bu oğlanı, bak da büyüsün." diyerek emanet ettiği yetimiydim, öyle de kaldım.
İşi gücü inekleri, çayırı, mısırı, fındığı, mereği, ahırı ve 'aboskal'ı idi benim rahmetli annemin. Sabah namazını takiben civardaki yamaçlarda ineklerine taze 'ot biçmek'le başlardı günlük koşuşturması. Küçük bedeni görünmezdi ağaçlar arasında, belli belirsiz gelen orak hışırtıları ya da fındık dallarının arada bir hareketlenmesi de olmasa hani ne tarafta olduğunu bile bilemezdik. Biz değil belki ama taze ot kokusunu alan inekler bilirlerdi muhtemelen ve kendi dillerinde alkış tutarlardı ona bir an önce yiyecekleri önlerine ulaşsın diye. Çok geçmeden ahırdan annemin sesi duyulurdu türkü tadında, okşar, sever, nazlatırdı onları. Artık kahvaltı için eve dönmesi gerekirken, nedendir bilinmez o anda aklına geliveren bir işin peşinden giderdi aç açına, sofra hazır, o yok, ara ki bulasın. Çevreyi birkaç tavaf etmek gerekirdi çoğu zaman onu bulabilmek için, neden sonra kahvaltıya dâhil olduğunda öğünün olmazsa olmazı 'haşlı' çay bile soğumuş olurdu.
Benden temel beklentisi ağaçları budamam ve akşamüzeri inekleri otlatmaya götürmem üzerine şekillenirdi. Yaz başında her akşam saat altı gibi yanında olmaya söz verir ve harfiyen uyardım aslında. Gel gör ki mevsim sonbahara döner, günler kısalır, hatta ben oraya vardığımda ne 'beklenecek' inek kalırdı ortalıkta ne de yapılacak bir iş. Yine de gözlerinin içi gülerdi beni görünce, belli ki işine değil ama yalnızlığına ortak olacaktım yine. Dere kenarındaki eve doğru kıvrıla kıvrıla inen dar patikayı adımlarken yaptığımız sohbetlerin tadı halâ damağımda.
Oku desem okuyamazdı, yaz desem keza öyle. Düz çizgi bile çizemezdi belki, ama işte tam da burada bu noktada altını çize çize, üstüne basa basa söylüyor ve iddia ediyorum ki o katıksız bir bilgeydi. Bilgelik, bana göre, varoluşumuzdaki sırrı 'an'lamaktan gelir ve annem Mevlâ'nın bahşettiği bir hasletle hem de o eğitimsiz haliyle 'an'lıyordu işte. Yoksa nasıl o kadar saf, o kadar sevgi dolu bir kalp taşıyabilirdi ki? Sevmeyi, sevginin sevdikçe çoğaldığını bilen ve en önemlisi bana da öğreten, aşılayan oydu, hem de en tabii yolla, kendisi olarak. Yüce Allah(cc), "Oku yaratan Rabbinin adına, O insanı sevgi ve alakadan yarattı. Oku! Zira Rabbin sonsuz kerem sahibidir… (Alâk 1-2-3; Mustafa İslamoğlu meali)" diyerek ilk emriyle bizlere varlığı ilgi ve alaka üzerinden okuyup 'an'lamamızı öğütlemiyor muydu? Ben hayatım boyunca bu emri annem kadar doğallıkla ikinci bir deri gibi üzerinde taşıyan bir başkasını görmedim, bu sırrı her hücresinde yaşıyordu, yetmez mi?
Ah, benim anam ah! Ruhun şâd, mekânın cennet olsun. Cennette 'Fadime Ana'mıza komşu olasın. Nûr içinde yat…