Selçuklu Türkiye’sinde Defin ve Taziye Merasimlerine Dair
Doğum ve ölüm, insan hayatının başlangıç ve bitimini ifade eden çok önemli iki dönüm noktasıdır. Birinde sevinç ve coşku hâkimken diğerinde acı ve hüzün söz konusudur. İnsanoğlu, kaçınılmaz son olan ölüm karşısında hem sevdiğini yitirmenin verdiği acıyı hafifletmek, hem de beraberinde getirdiği bilinmezlik duygusuna ışık tutmak umuduyla gelenek, görenek ve inançları doğrultusunda çeşitli ayinler/ritüeller oluşturmuştur. Bu çalışmada kaynakların imkân verdiği ölçüde, XI. yüzyılın sonlarından XIV. yüzyılın ilk yarısına kadar yaklaşık 230 yıl Anadolu'da hâkim güç olarak hüküm süren Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminde defin sırasında ve daha sonraki merasimler değerlendirilecektir.
Defin Öncesinde Uygulanan Merasimler:
Dönemin kaynaklarda bu konuda en az bilgi, ölüm anında ne tür ayinler/ritüeller düzenlendiğine dairdir. Mevcut bilgilerimize göre, Bizans Anadolusunda ölmekte olan birisinin başını, keşiş gibi tıraş ettirmesi âdetten idi. Meselâ, Ioannes Kinnamos Bizans İmparatoru Manuel Komnenos (1143–1180) devri olaylarından bahsederken Alman İmparatoru F. Barborossa (1122–1190) ve Papa IV. Hadrianus (1154-1159)'a elçi olarak gönderilen Mikhael Palaiologos görevi sırasında rahatsızlandığını ve başını tıraş ettirene kadar öldüğünü nakleder. Müslümanlar ise ahirete kul hakkıyla borçlu gitmemek için, ölmeden önce helâllik isterlerdi. Rivayete göre öleceğini önceden hisseden Mevlana Celaleddîn Rumî, yakınlarına elli iki dirhem tutarında borcu olduğunu ve alacaklıya birkaç altın verilip helâllik almalarını söylemişti. Lakin alacaklı bunu kabul etmeyip Mevlana'ya hakkını helal ettiğini bildirince "Âlemlerin Rabbine hamdolsun bu korkunç beladan kurtuldum" yolundaki sözleri, Müslümanlıkta ölmeden önce helâlleşmeye ne kadar önem verildiğine işaret etmektedir.
Mumyalama Geleneği:
İslam öncesi Türk gelenekleri arasında yer alan mumyalama adetinin İslamiyetin kabulünden sonra da hemen terk edilmediği görülmektedir. 1130 yılında Çukurova'yı istilaya girişen Antakya Prinkepsi II. Bohemuand (1108-1130) küçük bir birlikle Anazarba yakınlarındailerlerken Danişmendli Emir Gazi'nin kuvvetleri ile haçlılar karşı karşıya geldi. II. Bohemund savaşı ve hayatını kaybetti. Türkler Halifeye zaferi duyurmak üzere, bir çok ganimetle birlikte II. Bohemund'un mumyalanmış kafatasını da göndermişlerdi.
Bir Türkmen Beyi olarak eski geleneklerini devam ettiren Danişmendli Melik Gazi'nin Kayseri civarındaki Melik Gazi köyünde inşa ettirdiği Melik Gazi türbesinde bulunan cesetlerin kısmen çürümüş olmakla birlikte mumyalanmış oldukları bilinmektedir. Anadolu'da mumyalığı bulunan pek çok kümbet arasında Erzincan Kemah'taki Mengücük Gazi, Erzurum'da Çifte Minareli, Seyitgazi Eyvan Türbe ve Afyon Kureyş Baba Kümbetlerini sayabiliriz. Bunlardan Kemah'taki kümbetin mumyalığında gerçekten mumyalanmış bir ceset bulunuyorken, diğerlerinde sadece iskelet halinde buluntular vardır.
Amasya'daki Fethiye camiinin bodrumunda İlhanlı döneminde vezirlik yapan Amasya valisi Pervane, eşi, cariyesi ile kız ve erkek çocuklarına ait olan mumyalar bulunmuştur. XIV.yüzyıldan kalma ve Amasya Müzesine nakledilmiş olan bu mumya örnekleri günümüzde Amasya müzesinin en çok ilgi gören kısmını oluşturmaktadır. Konya'da bulunan Celaleddîn Karatay'ın cesedi de mumyalıdır.
Anadolu'da mumyalama geleneğiyle ilgili en ilginç bilgi, hiç şüphesiz Altun-Aba vakfiyesi kayıtlarında yer almaktadır. Bu bilgiye göre Sultan, herhalde kendi imkânları ile mumyalanan ileri gelen zevat için değil; yoksul ve dindar Müslümanlar'ın kefenlenme, gömülme masraflarının yanı sıra mumyalanması için de vakıf geliri tahsis etmiştir.
Yas Alâmetleri ve Süresi:
Geçmişten günümüze birçok toplumda yası sembolize eden renk siyahtır. Meselâ, Ermeni Prensi Haçik ve küçük oğlu İşkhan Müslümanlarla girdikleri bir savaşta ölüncebabalarının ve kardeşlerinin vefat haberini alan prensin diğer oğulları siyah matem elbisesi giyip çok ağlamışlardı. Yine Alp Arslan'ın Kafkasya ve Anadolu seferi sırasında Kars/Vanand prensi Gagik Abas, sultanın elçilerini güya Tuğrul Bey'in ölümü dolayısıyla halâ matemdeymiş gibi siyah elbise giyip siyah bir mindere oturarak karşılamıştır. Elçi "Sen bir kralsın niçin siyahlara büründün" diye sorunca Gagik, "Alp Arslan'ın kardeşi ve benim de dostum olan Sultan Tuğrul'un öldüğü gün ben bu siyah elbiseleri giymiştim" cevabını vermişti.
I. Aleksios Komnenos (1081-1118) vefat ettiğinde eşi hükümdarlık rengi olan mor ayakkabı ve giysi yerine siyah sandalet ve elbise tedarik edilmesini istemiştir. Yine İlhanlı hükümdarı Gazan Han öldüğünde (1304) de siyah renk elbiseler giyildiği bilinmektedir.
Sultan I. İzzeddîn Keykavus (1211-1220)'un vefatının ardından Malatya'da tutuklu bulunan kardeşi Alâeddîn Keykubad'ı tahta çıkartmak için Seyfeddîn Ayaba melikin tutuklu bulunduğu kaleye gidince Sultan'ın öldüğünü ve hayırlı bir iş için geldiğini kale kutvaline/komutanına söyleyip ölen Sultan'ın siyaha boyadığı sarığını ve yüzüğünü göstermesinden Türkiye Selçuklularında da siyahın yas rengi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Abbasi halifelerinin sembol renginin beyaz olduğuna binaen, hilafete olan bağlılığa atıf olmak üzere, devletin resmî matem rengi beyaz idi. Bu nedenle sultanlar yas törenlerinde beyaz atlas giyerlerdi. Meselâ, I. Alâeddîn Keykubad (1220-1237), ağabeyi I. İzzeddîn Keykavus ölünce (1220) taziye elbisesi olarak beyaz atlas giymişti. Kezâ I. Alâeddîn Keykubad öldüğünde (1237) yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev de bu taziye geleneğine uyarak beyaz atlas giymiş, bütün emir ve askerler de elbiselerinin üzerine gaşiye adı verilen beyaz örtüler çekmişlerdi.
Siyahın Anadolu'daki Türkler arasında yas ve hatta bir çeşit intikam alâmeti olarak kullanışına dair Anna Komnena'nın verdiği şu bilgi de oldukça enteresandır: "Lampe'de bulunan Türklere karşı saldırıya geçen Bizans askerleri o kadar gaddarca davrandılar ki, onların yeni doğmuş bebelerini bile kaynar su kazanlarına attılar. Çok kişiyi kıyımdan geçirdiler, keza pek çok kişiyi tutsak ettiler. Sağ kalanlar, soydaşlarına başlarına gelenleri anlatmak için kara giysilere büründüler ve Türkler'in bulunduğu yerleri dolaşıp kurbanı oldukları zulümleri anlatarak giysileri ile kendilerine acındırıp öç almaya kışkırttılar".
Seyyah İbn Battuta Sinop'a geldiğinde şehrin hâkimi olan İbrahim Bey'in annesinin ölümü ile ilgili bilgi verirken, cenazeye katılan erkeklerin başlarına sarık yerine siyah yünden yapılmış bez doladıklarından bahsetmektedir. Bunların dışında Ahmed Eflâkî ise Konya'da yas süresince "Hindbârî"den yapılmış matem elbisesi giyildiğini kaydetmektedir.
İbn Bibi'nin Selçuklu sultanların ölümleri dolayısıyla verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre; Türkiye Selçuklu Devletinin resmî protokolünde matem süresi üç gün idi. Hatta I. Gıyaseddîn Keyhüsrev Bizans'ta sürgündeyken, tahtını gasp eden ağabeyi Rükneddîn II. Süleyman Şah'ın öldüğünü (1204) haber aldığında yine üç gün boyunca yas tutarak geleneğe uygun davranmıştır.
Bundan sonra ikinci kez tahta oturan I. Gıyaseddîn Keyhüsrev savaş meydanında şehit düşünce (1211) devlet erkânı bir taraftan matem merasimini yerine getirirken diğer taraftan da Sultan'ın büyük oğlu İzzeddîn Keykavus'a durumu bildirmek üzere, Malatya'ya haberci gönderdiler. I. İzzeddîn Keykavus taziyeleri kabul ettikten sonra Kayseri'ye geldi. Emirler onu matem elbiselerini giymiş olarak Gedük'de karşıladılar. Üç gün sonra Sultan I. İzzeddîn Keykavus mateme son verip emirlere hil'at ve unvanlar verdi.
I. İzzeddîn Keykavus'un ölümünden sonra I. Alâeddîn Keykubad, yukarıda da ifade edildiği gibi, matem elbisesini giymiş ve beyler de külahlarını ters çevirerek üç gün yas tutmuşlardı. Sultan dördüncü gün matem elbisesini çıkararak emirlere ikta, menşur ve hil'atlar dağıttı. Hemen ardından ülkenin her tarafına haberciler gönderilerek, İzzeddîn Keykavus'un öldüğü, Alâeddîn Keykubad'ın tahta geçtiği; herkesin taziye âdetlerine uyması, sonra da kutlama görevlerini yerine getirmeleri ve bağlılık gösterilerinde bulunmaları istenmişti.
Sultan I. Alâeddîn Keykubad'ın ölümünden sonra II. Gıyaseddîn Keyhüsrev de yas elbisesi giyerek tahta oturdu. Üç gün her yerde matem ve yas tutuldu. Dördüncü gün matem elbiselerinin çıkarıldığı ve herkese rütbesine göre elbiseler verildikten sonra şahane bir eğlence meclisi düzenlendiği bilinmektedir. Kezâ onun ölümünün ardından da devlet erkânı matem ve ağıt törenini yerine getirdikten üç gün sonra saltanat tacının hangi melike verileceğini kararlaştırmışlardı.
Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere resmî olmayan yas süresi ise kırk günü buluyordu. Nitekim Baha Veled öldüğünde (1231) Sultan I. Alâeddîn Keykubad çok elemlenip dövünmüş ve tam yedi gün saraydan dışarı çıkmadığı gibi kırk gün de ata binmemişti. Ayrıca tahtı bırakıp hasıra oturduğu gibi kırk gün kalenin Cuma mescidinde hatimler indirtmenin yanı sıra halka sofralar kurdurup, dervişlere adaklar adamıştı. Sultan, şeyhin türbesinin etrafına Kâbe'nin çevresindeki duvarlar gibi bir duvar çektirip mermer üzerine de onun ölüm tarihi kazıtmıştır.
Ahmed Eflakî'nin verdiği bilgiye göre, Şems-i Tebrizî öldüğünde (1247) Mevlâna üzüntüsünden bağlara gitmiş ve kırk gün sonra başına duman rengi bir sarık sarmış ve bir daha beyaz sarık sarmadığı gibi, ömrünün sonuna kadar matemlilerin giydiği hindibarî kumaşından dikilmiş bir ferace giymişti.
Mevlâna öldüğünde (1273) cenaze yıkanıp naaşı dışarı çıkartıldığında, büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadın ve çocuklar da orada idiler, herkes ağlıyordu. Erkekler feryad ederek ve elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Her din ve millettten insan, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde Zebur'dan, Tevrat'dan, İncil'den ayetler okuyor, feryat ediyorlardı. Diğer taraftan ise güzel sesli hafızlar Kuran'dan ayetler okurken, guyendeler Mevlana'nın ölmeden önce söylemiş olduğu mersiyeleri dile getiriyorlardı. Mevlana'nın tabutu güneş doğarken yola çıkmıştı fakat tabut yolda altı defa parçalandığı ve her defasında yeni tabutun gelmesi beklendiği için türbesinin bulunduğu mezarlığa gelindiğinde karanlık basmıştı. Defin işleminden sonra Sultanlar ve emirler yas geleneğine uygun bir şekilde kırk gün ata binmemiş ve emirler güçleri ölçüsünde fakirlere her gün yemek vermişlerdi.
Konya ahilerinden Ahmed Şah'ın kardeşinin cenazesi ile ilgili olarak ise, Anonim Selçuknâme'de şu bilgiler verilmektedir: "Ahi Ahmed Şah'ın kardeşi ölünce cenazesinde on beş bine yakın kişi başı açık yürüdü. Kırk gün hiç kimse dükkân açmadı. Benzeri görülmedik yas tutuldu".
Yine Menakıbü'l-Arifin'deki bir kayıtta Şeyh Selahaddîn Kayseri'de ölünce hizmetçisi çığlık atarak elbiselerini yırttı. Seyyid'in ölüm haberi Sahib Şemseddîn'e ve ileri gelenlere ulaşır ulaşmaz feryat edip saçlarını yolarak geldiler. Büyük küçük herkes başını açtı. Sahib Şemseddîn bir hayli masraf ederek matem töreni tertip etti; sonra hatimler indirilmesi ve türbenin üzerini kapatmalarını emretti.
Lâdikli Kadı Necmeddin öldüğünde cenaze işleriyle meşgul olan kölelerinden bir kısmının saçları kesilmiş ve üzerlerine çul giymişlerdi. Ölünün ardından saç kesip, sıradan giysiler giymek doğu Hristiyan dünyasında da yaygın bir adet gibi görünmektedir. Çünkü Anna Komnena, babası I. Aleksios Komnenos'un ölümüyle ilgili şu bilgileri vermektedir: "İmparatorun ölümü gerçekleşince imparatoriçe hükümdarlara özgü peçesini çıkarıp küçük keskin bir bıçakla saçlarını, teninin hemen yakınından kestikten sonra ayaklarından hükümdarlara özgü mor ayakkabıları çıkarıp herkesin giydiği kara sandalların yanı sıra mor giysinin yerine de kara bir giysi istemiştir". Yine Süryani Mihael, 1170 yılında Antakya'da büyük tahribata ve ölüme yol açan deprem hakkında bilgi verirken, "Şehrin senyörü Antakya Prinkepsi III. Bohemund saçlarını kesti, halkın yaptığı gibi, kendisi de harar giydi" demektedir.
Gazan Han'ın ölümü dolayısıyla Anadolu'da yapılan yas merasimleri de bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir. Buna göre, 1304 yılında Gazan Han vefat ettiğinde bütün İlhanlı ülkesinde devlet erkânı ve halk üzüntüye gark oldu. Her taraftan çığlık ve feryatlar yükseldi. Atların yeleleri kesildi, fillerin kulakları dilindi ve alemler/bayraklar aşağı çekildi. Demir kösler yas müziği çaldı ve küçük büyük herkes ayakkabısını çıkarttı. Yine yas alameti olarak yırtık elbiseler giyildi, kilimlerin örtüldü, minarelere siyah bezler asıldı, bazar, cadde ve meydanlarda gözyaşı döküldü. Yedi gün yas tutuldu ve hükümdarın ölümünün duyulduğu her yerde gıyabî cenaze namazı kılındı.
Yukarıda da söylendiği gibi, büyük seyyah İbn Battuta 1332'lerde Anadolu'yu dolaşırken pekçok hususta olduğu gibi, cenaze törenleri hakkında da bilgiler vermektedir. Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, bu tarihlerde İslâm öncesi Türk geleneklerinin birçoğu devam etmektedir. İbn Battuta, Manisa'yı ziyaret ettiklerinde Saruhan Bey'i, birkaç ay evvel ölmüş oğlunun türbesinde bulduklarını, çünkü yasta olan anne ve babasının bayram gecesi ve sabahını bu türbede geçirdiklerini nakletmektedir. Çocuğun naaşı yıkanıp hazırlanmış; kalaylı, demir kaplı tahta bir tabut içine konulmuş ve tabuttan çıkacak kokunun gitmesi için, çatısı açık bir kubbeye asılmıştı. Bir süre sonra çatı örülecek, tabut yere indirilecek, üstüne de ölünün elbiseleri örtülecekti.
Sinop'ta bizzat katıldığı İbrahim Bey'in annesinin cenaze töreniyle ilgili olarak da şu bilgileri vermektedir: "İbrahim bey cenazeyi başı açık ve yayan takip ediyordu. Öteki kumandanlar ve memlûkler ise hem başlarını açmışlar hem de kaftanlarını ters giymişlerdi. Yargıç ve hatipler ile hocalar elbiseleri ters giymişler fakat başlarını açmamışlardı. Kafalarına sarık yerine siyah yünden yapılmış bir bez dolamışlardı. Bu yörede yas kırk gün sürüyor ve her gün sofralar kuruluyor, ziyafetler veriliyor! Bu defa da öyle yapılmıştı".
Mevlevî cenazelerinin defni sırasında müzik ve semâ yapmak adetten idi. Meselâ, Mevlâna 1260 yılında vefat eden Şeyh Selahaddîn'in ölüm haberini duyar duymaz bir taraftan başını açıp feryat ederken diğer taraftan beşaret ve nekkarecilerin getirilmesini istedi. Guyendelerden bir grup cenazenin önünde yürüyor, Mevlâna'da dönerek, semâ ederek ilerlerken gazel ve mersiye söylüyordu. Yine Mevlâna kendisine Sultan IV. Kılıç Arslan'ın vefatı bildirilince hemen semâ'aya başlamış sonra da cenaze namazını kılmıştı.
Türbe ve Mezarlık Ziyareti:
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de defin işleminden sonra çeşitli nedenlerle türbe ve mezarlık ziyaretleri yapılmaktaydı. Meselâ, Hamidoğulları'nın hâkimiyetindeki Ekridur Beyi Necmeddîn İshak'ın çocuklarından biri (1333) defnedildikten sonra Necmeddîn İshak ve medresedeki öğrenciler üç gün boyunca sabah namazını müteakip mezarı ziyaret etmişlerdi.
Zaman zaman şeyhler mezarlığa gider yavaş sesle kuran okurlardı. Şeyhlere müritleri de katılırdı. Mevlevîler mezarlıkta da semâ'a ederlerdi. Meselâ, Konya'da Kadı Siraceddîn'in mezarının bulunduğu yere gidip, rebap çalarak büyük bir semâ'a merasimi yapmışlardı. Bazen de dönemin ünlü âlimleri halka açık vaaz verecekleri zaman mezarlıkları tercih edebiliyorlardı. I. Alâeddîn Keykubad, Baha Veled'den vaaz etmesini isteyince o da minberini, Konya'daki Guristan Kaanî'i denilen mezarlığa koydurmuş ve ünlü âlimi dinlemek isteyen kadın erkek herkes burada toplanmıştı.
İçinde bulunulan bir müşkilin halledilmesi için türbe ya da mezarlıkların ziyaret edilmesi günümüzde olduğu gibi geçmişte de çok yaygın idi. Sultan I. Alâeddîn Keykubad, çok sevdiği âlim Baha Veled'in ölümünden sonra ne zaman zorda kalsa, medet için onun türbesini ziyaret ederdi. Nitekim Yassıçemen Savaşı (1231) öncesi Celâleddîn Harezmşah'ın geldiği haberini alınca da şeyhin türbesini ziyaret edip himmet dilemiştir. Hatta Mevlana Celâleddîn de bir müşkil ile karşılaştığında babası Baha Veled'in mezarını ziyaret etmeyi adet edinmişti. Ahmet Eflaki'nin verdiği bilgiye göre de Konya'da yaşanan büyük bir su kıtlığı nedeniyle halk yağmur duasına çıkıyor ama bir türlü dilekleri tutmuyordu. Bunun üzerine Hüsameddîn Çelebi yakın arkadaşı Mevlâna Celaleddîn'in türbesine gidip iki rekât namaz kılmış, başını açıp dua ettikten sonra yağmur yağmaya başlamıştı". Başka bir kuraklık hadisesinde de halk Sultan Veled'e gidip yardım istemişti. Bunun üzerine o, medreseden Mevlâna ve Baha Veled'in türbesine kadar yalınayak ve başı açık olarak gitmiş; babasının kabrinin karşısındaki duvarda dua ederken yağmur yağmaya başlamıştı.
Türbe ya da mezarlıklara her zaman dini ritüeller gereği girilmiyordu. İmparator I. Aleksîos Komnenos'un, ekonomik sıkıntı çekmekte olan devlete para bulmak için, kilise mallarının yanı sıra İmparatoriçe Zoe (1028-1050)'nin tabutu üzerinde bulunan altın ve gümüş süslemelere el koyduğu bilinmektedir. İmparator III. Aleksios Angeleos (1195-1203) da, para temin edebilmek için ölen imparatorların mezarlarını (lahitlerin üzerinde altın işlemeli örtüler oluyordu) açtırıp, mezarlardaki tüm değerli eşyaları toplatmıştı.
II. Kılıç Arslan dört ay süren Malatya muhasarası sırasında kışı geçirmek için askerlerine tuğladan, kendisine mezarlıklardaki taşları söktürterek ev yaptırmıştı.
Selçuklu ve Beylikler dönemi Anadolusunun sınırlı sayıdaki kaynaklarının satır aralarında bulunan; insanoğlunun kaçınılmaz kaderi ölüm ve onunla ilgili törenlere dair bu renkli bilgiler içindeki değişmeyen öz; zamanın kendi akışı içerisinde getirdiği değişikliklere rağmen, bugünün geçmişle olan bağlantısına tanıklık etmektedir.
Sonuç olarak XI-XIV. asırlarda arasında hüküm süren Türkiye Selçukluları ve Beylikler dönemi başta olmak üzere Anadolu'da defin öncesi ve sonrası cenazenin hazırlanışı, yas ve matem süresi boyunca İslami motiflerin yanı sıra İslamiyet öncesi defin ve yas/yuğ törenlerine dair mumyalama geleneği gibi birçok figürün halen devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca dikkatimizi çeken bir diğer husus da daha çok İslam öncesi Türk tarihinde örneğini gördüğümüz ölünün ardından geride kalan yakınlarının (özellikle de eşin) saçlarından bir tutam kesme âdetinin Bizans'da da uygulanmasıdır.
Kaynaklar
- Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989.
- Anna Komnena,Alexiad, Türkçe çev. Bilge Umar, İstanbul 1996.
- Anonim Farsça Selçuknâme-Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi, Tıpkıbasım ve Tercüme: F. N. Uzluk, Ankara 1952.
- Ersan, Mehmet, Selçuklular Zamanında Anadolu'da Ermeniler, TTK Ankara 2007
- Gordlevski, V., Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran Ankara 1988.
- Ioannes Kinnamos,Historia, yayına haz., Işın Demirkent, TTK Ankara 2001.
- İbn Bibi, el-Evâmirü'l-Alâiyye fi'l-Umuri'l-Alaiyye, nşr. Adnan Sadık Erzi, Ankara 1956,Türkçe çev. Mürsel Öztürk, el-Evâmirü'l-Alâiyye fi'l-Umûri'l-Alâiyye, Selçukname, KBY 1996.
- İbn Battuta Tancî, İbn Battuta Seyahatnâmesi, I-II, Çeviri, İnceleme ve Notlar: A. Sait Aykut, YKY, İstanbul 2000.
- Koca, Salim, Sultan I. İzzeddin Keykavus, (1211-1220), TTK Ankara 1997.
- Merçil, Erdoğan, "Gaşiye ve Selçuklular'da Kullanlışına Dair Örenkler", Yusuf Hikmet Bayur Armağanı, Ankara 1985.
- Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu'd- Düvel Selçuklular tarihi II, İzmir 2001.
- Niketas Khoniates'in Historiası, haz. Işın Demirkent, İstanbul 200.
- Özgüdenli, Osman Gazi, Gazan Han ve Reformları (694/1295-703/1304), M.Ü. T.A.E.Tarih Anabilim Dalı Ortaçağ Tarihi, İstanbul 2000.
- Süryanî Patrik Mihallin Vakainamesi, Türkçe çev. H. Anderasyan, TTK Kütüphanesi basılmamış nüsha, Ankara 1944.
- Taneri, Aydın, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977.
- Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1984.
- "Selçuklu Devri Vakfiyeleri I Şemseddîn Altun-Aba Vakfiyesi ve Hayatı",
- Belleten 1947, XI.
- Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor'un Zeyli (1136-1162), Türkçe çev., H. Andreasyan, TTT Ankara 1987, s. 76-77.
Telif Hakkı
© Dr. Emine UYUMAZ @ tahtaPod.com | Tüm hakları saklıdır.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.