DİĞER MİLLETLER İÇERİSİNDE KADIN
Dünyadaki milletlerin medeniyet seviyesinin göstergesi toplum hayatındaki kadın ve çocukların bulunduğu konuma bağlıdır. Tarihsel süreç içerisinde en ilkel toplumlardan tutun günümüze kadar gelen en uygar toplumlardaki kadın ve çocukların hakları, aslında bu toplumların insan haklarına karşı nasıl bir bakış açısına sahip olduklarını da gösterir. Cinsiyet ayrımcılığı İlk Çağ'dan günümüze insanlığın en önemli toplumsal problemlerinden birisidir. Tarih boyunca dünyada genel olarak kadına yönelik uygulanan eşit muamele görememe, haksızlığa uğrama, haklarının gasp edilmesi yaygın bir şekilde süregelmiştir. Özellikle doğumdan itibaren çocuklar arasında cinsiyet ayrımı âdeta geleneksel bir hâl almıştır. İslam öncesinde Türklerin çağdaşı toplumlarda kadına ve çocuklara karşı uygulanan ikinci sınıf muamelesi çok yaygın bir şekilde ön plandaydı.
Türklerin en yakınındaki kültürlerden biri olan Çinlilerde doğan kız çocuklarına isim vermeyip 1.2.3… gibi sayılar vererek hitap ederlerdi. Kadın ikinci sınıf olup ailede söz sahibi değildi ve boşanma sadece erkeğe ait bir haktı. Bir diğer topluluk olan Hintlilerde ise kadının evlenmesindeki asıl amaç babanın günahlarının affedilmesi inancı ve ailenin dinini kaybetmemesi için kadının en az bir erkek çocuk sahibi olması gerekiyor. Erkek çocuk aile için mutluluk, kız çocuk ise felaket sayılmaktaydı. Dul kadınlar yeniden evlenemez ve ölen kocasının öbür dünyada onun sevgisine ihtiyacı olduğu düşünülerek kocasının üzerinde kadın yakılarak öldürülürdü. Diri diri yakılarak öldürülen kadın, Hint toplumunda sadık ve saygı değer bir eş olarak görülürdü. Kadının boşanma hakkı olmadığı gibi birden fazla kadınla evlilik normal olarak görülmekteydi.
Roma toplumunda ise kadın hiçbir zaman hür değildi. Kadın ve çocukların mal-mülk sahibi olma hakkı yoktu.Eğer kadın kız veya engelli çocuk doğurursa kocasının onu öldürme hakkı vardı. Kocası öldüğü zaman kadına miras kalmazdı. Kadının ev işlerini ihmal etmesi boşanma sebebi sayılmaktadır. Kadının mahkemeye gidişi ve şahitliği yasaktı.Eski Yunanlılarda kadının saygı değer bir yanı yoktur. Eşyadan farksız olan bir kadın, tıpkı diğer mallar gibi miras kalır veya birine bağışlanabilirdi. Kocası isterse sağlığında veya ölümüne bağlı olarak karısını bir başkasına devredebilirdi. Kadın, her türlü siyasî haktan mahrumdu. Fars toplumunda ise kadın, kocanın mutlak otoritesi altında köle durumundaydı. Erkek birden fazla evlilik yapabilirdi. Özellikle evlilikte kan bağlılığının nikâha engel olmaması aslında Farsların gayrimeşru bir hayat sürdüklerinin göstergesidir. Tarihteki Fars kökenli devlet olan Sasanilerde, bir erkek kendi kızı ya da kız kardeşi ile evlenebiliyordu.
Ancak kadın ve çocuk hakları konusunda olumsuzluk açısından en uç örnek Araplardadır. İslam Öncesi Cahiliye Arap toplumunda kadınlar, iki sınıf teşkil ediyordu; "Hürler ve Cariyeler" Hür kadınların durumu cariyelerinkinden bir nebzede olsa iyiydi. Özellikle Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif gibi şehirlerin kabile reisi ve aristokrat ailelerin kadınları daha imtiyazlı bir konuma sahipti. Cariyelerin veya savaşlarda ele geçirilen kadınların hiçbir değeri olmadığı gibi köle statüsündeydiler. Bir eşya gibi sahibi tarafından davranılan genç ve güzel cariyeler, ticaret sermayesi yapılarak zorla fuhuşa sürüklenirdi. Evliliklerde Arap erkekleri sınır tanımayarak istedikleri kadınla evlenip istediği zaman da eşini boşayabiliyordu. Özellikle Cahiliye döneminde kız çocuğu olan aileler, bunu utanç kaynağı hatta ve hatta ailenin başına gelebilecek bir felaket olarak gördükleri için diri diri toprağa gömerlerdi.
Sözün kısası Türklerin çağdaşı olan toplumlarda değişik uygulamalar olsa da kadın ve çocuklar, ikinci sınıf insan olarak görülüp çocuklar arasında cinsiyet ayrımcılığının en üst noktası yaşanmıştır. Bunların yaşandığı tarihsel dönemde ise Türk toplumunda "kadın ve çocuk haklarının neler olduğu ve nasıl muamele gördüklerini?" akademik veriler ışığı altında "Tarihsel Süreçler İçinde Türk Kadını'nın Rolü" isimli yazı dizisinde hep beraber okuyalım.
İSLAM ÖNCESİ TÜRK TOPLUMUNDA KADIN
İslam öncesi Türk toplumu, yarı göçebe yani diğer adıyla konar-göçer bir yaşam tarzı ile yaşamaktaydı. Bu yaşam tarzı başta ekonomi olmak üzere siyasi, sosyal, kültürel ve dini alanlarını da etkilemiştir. İlk zamanlar topluluklar haline yaşayan Türkler, devletlerin ortaya çıkması ile milletleşmeye başlamıştır. Dünya insanlığına pek çok katkısı olan Türkler, atı evcilleştirip demiri ilk kullanan toplum olması hasebiyle uygarlık tarihinde önemli bir yere sahiptir. Günümüz askeri yapı sisteminin temelleri olan atlı asker dediğimiz süvari birliklerini kurup zor bir coğrafyada yaşamalarına rağmen diğer toplumlara karşı siyasi üstünlük sağlamışlardır. Çinlilerden Avrupalı toplulukları, günümüzde dahi Türk Ordu sistemini örnek alarak kendilerine göre inşa etmişlerdir. Devlet kurabilmenin en önemli şartlarından birisi insanları bir arada yaşatacak kanunlara ve güçlü bir toplumsal yapıya sahip olmaktır. Türkler, kurdukları güçlü devletler sayesinde Orta Asya'dan başlayıp dünyanın farklı yerlerine göç ve savaş yoluyla Hindistan'dan Karadeniz'in kuzeyine, Macaristan'dan Kafkasların güneyine gelerek devlet kurma başarısını göstermişlerdir.
Türkler, farklı kökenlerden, dinlerden, kültürlerden insanları bir arada yaşatacak siyasi birikime ve kanuni alt yapıya sahip olmalıdır. "Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü" adı verilen, dünyayı yönetmek maksadıyla yaratılmış bir millet olan Türkler, cihan hâkimi olabilmek için bu birikime ve hukuka büyük önem vermişlerdir. Ancak bu Cihan Ülküsüne ulaşabilmek için güçlü bir sosyal yapıya da ihtiyaçları vardır ki güçlü bir toplumun temeli güçlü bir aile oluşumundan geçer. Aile ne kadar güçlü olursa toplum o derece güçlü olur. Yapılan savaşlar ve göçlere rağmen Türklerin uzun bir süre dağılmadan ayakta kalabilmesi tabii ki de güçlü bir aile yapısının olmasına bağlıdır. Yıkılan her Türk devleti, yerine hemen yeni bir Türk devletini kurması, Türk aile sisteminin bütünlüğünü ve bölünmezliğini gösterir. Çünkü "aile" "devlet"in en küçük modelidir.
İslam öncesi Türklere ait bilgiler M.Ö. 4000-4500 yıl öncesine dayanmaktadır. Türkler aileye 'oğuş' adını vermiştir. Konar-göçer yaşam tarzından dolayı çekirdek aile tipi yaygındır. Kadın ve çocuğun çeşitli hakları olduğu bir aile tipidir. Birden fazla evliliğin pek görülmediği eski Türk toplumunda genellikle diğer toplumlarla evlilik yapılarak akrabalık bağı kurmuşlardır. Türk ailesi ataerkildir. Ancak Türklerdeki ataerkillik "pederşahi" yerine "pederi" şeklindedir. Yani, İran ya da Roma'da olduğu gibi babanın mutlak hâkimiyeti söz konusu olmayıp ailede kadın ve çocuğunda söz sahibi olduğu ve haklarının olduğu bir ataerkilliktir. Türklerde aile reisi olan kocaya "bey" adı veriliyordu.
Türklerde evin sahibi kadındır. Bundan dolayı ev kadını için söylenen en yaygın söz "evci" idi. Göktürkler, kadın için "eş" sözcüğünü kullanırken yönetici konumda olan Kağan'ın evlendiği ilk kadın Türk olup Çince "K'o-tun" Türkçe "Hatun" unvanını taşımaktaydı. Siyasi amaçlı yapılan evliliklerde ikinci eş olan Çinli prenseslere ise"Konçuy" adı verilirdi. Talas Abidelerinde "Hatun" kelimesi "eş" manasında kullanılmıştır. Osmanlılar "evdeş", Çağatay Türkleri de "evlik" diyordu. Bu sözlerden başka Türkler, zevce için eskiden "Eşi, İşler, Yotuz, Egmiş" gibi unvan olan kelimeleri kullanıyorlardı. Anadolu'da ise kadına "Başa, Baş Yoldaşı, Bike, Ev Şenliği" gibi kelimeler ile hitap ediyorlardı. Kırgızlarda ise evin gerçek sahibesi baş kadın için kullandıkları "Bay Biçe, Bay Beçe" sözü kullanılmıştır.
Eski Türklerin kadına verdiği önemi anlamak için genellikle o dönemdeki hikâyeler, yazıtlar, efsaneler araştırılarak kaynak gösterilmiştir. Şefkat Tanrıçası "Umay" adı ilk olarak Göktürk kitabelerinde geçmektedir. Kültigin Yazıtı'nın doğu yüzünde Umay ile ilgili bilgiler vardı. Türk mitolojisi içerisinde kadınların siyasî ve askerî birer lider olduklarına dair birçok anlatı bulunmaktadır. Bunların en başında "Umay Ana" miti ve İskitlerin kadın hükümdarı "Tomris Han"ın liderlik özellikleri yer almaktadır. İskitlerde, her kadının İskit erkekleri gibi savaşçı ve asker olarak yetiştirilmesi geleneği vardı. Bundan dolayı İskitli göçebe kadınlar, her savaşta erkekleriyle birlikte çarpışıyorlardı. MÖ VI. yy.da İskit Hakanı'nın ölümü üzerine devletin başına geçen kadın yöneticisi Başbuğ Tomris Hatun, günümüzdeki Farsların atası olan Perslerle yapmış olduğu savaşta oğlunu kaybetmesine rağmen duygusallıktan ve korkudan uzak hareket ederek uyguladığı askerî stratejilerle iki yüz bin kişilik Pers ordusunu başarılı bir şekilde imha etmiştir. Başbuğ Tomris Han'ın bu savaşta gösterdiği cesaret, Pers İmparatorluğu'nu tarihin derinliklerine gömerek dünya tarihine adını "ilk kadın hükümdar" olarak yazdırdı.
Bozkurt ve Türeyiş Destanlarında da büyük Türk hükümdarlarına annelik eden, kutlu Türk soylarının devamını sağlayan kadınların (Aşina-Asena) Gök kaynaklı, ilahȋ ışıktan doğan bir varlık olarak karşımıza çıktığı gibi Oğuz Kağan Destanı'nda 24 Oğuz boyunun atası olan "Gök Han, Dağ Han, Deniz Han; Gün Han, Ay Han, Yıldız Han"ın gök kaynaklı ışıktan oluşan kutlu annelerin çocukları olduğu dolayısıyla Türk halk edebiyatında bütün Oğuz boyu kut sahibi olarak görülmektedir.
Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete Han'ın Hatun'u imzalamıştır. Hunlar döneminden itibaren kadın-erkek ayrımı yapılmadığı gibi kadın erkeğin tamamlayıcısı olarak kabul edildiğinden kadınsız hiçbir iş yapılmazdı. Hakan ile hatunun bir arada olması şartıyla hazırlanan bir emirname yazıldığında "hakan emrediyor" ibaresiyle başlarsa kabul olunmaz, "hakan ve hatun emrediyor ki" sözüyle başladığında geçerli sayılıyordu. Yabancı devletlerin elçileri sadece Hakan'ın huzuruna çıkmaz, Hatun'un da Hakan ile birlikte olması gerekirdi. Bazen de Hatunlar tek başlarına elçileri kabul ederlerdi. Örneğin; Avrupa Hun ülkesine gelen elçiler, Attila'nın eşi Arıg-Han tarafından kabul edilerek devlet işleri görüşülmüştü. Siyasî hayatta kadın "Hâtun" sıfatıyla devlet başkanının yani Hakan'ın en büyük yardımcısı olarak karşımıza çıkar. Kabul törenlerinde, ziyafetlerde, şölenlerde Hatun Hakan'ın solunda otururdu. Siyasî ve idarî konulardaki görüşmeleri dinleyerek fikrini beyan eder hatta savaş meclislerine bile katılırdı. Gökalp bu durumu "Eski kavimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadın cinsiyetine hak vermemişler ve saygı göstermemişler" şeklinde izah etmiştir. Eski Çağ ve Orta Çağda Türk kadını belli bir mekâna hapsolmaktan ziyade Avrupa'da yaşayan diğer kadınlara göre toplum içerisinde ve devlet yönetiminde oldukça aktif bir rol oynamıştır.
Bilinen en eski Türkçe kaynak olan Orhun Abideleri'nden Bilge Kağan kitabesinde "Yukarıda Türk Tanrısı, Türk'ün kutlu ülkesini öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın, millet olsun diye babam İlteriş Kağan ve annem İlbilge Hatunu (Tanrı) halk içerisinden çekip yukarı çıkarmış" sözleri ile Türk toplumunda kadının siyasî ve toplumsal değerinin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Eski Türk devlet geleneğinde kadının siyasî konumunu gösteren bu durum, Türk toplumunda kadına verilen değerin bir ifadesi olarak görülmektedir.Kadınlar arasında zaman zaman devlet siyasetine yön verenler de olmuştur. Örneğin; Sabar (Sibir)'ların Kağan'ı Balak Han ölünce yerine eşi Boarık Hatun geçmiştir. Boarık Hatun, yüz bin kişilik Sabar ordusunu yöneterek Bizans imparatoru I. Jüstinianus'u dize getirmiştir. Türk kadınlarına verilen değerle alakalı İslam öncesi döneme ait birçok kaynak bulunmaktadır. Bunlardan birisi de İslam öncesi İtil (Volga) Bulgarlarını ziyaret eden İbni Fadlan'ın eseridir. Fadlan eserinde Türk toplumunda kadının yerinin çok önem arz ettiğini ve şaşkınlığını açıkça belirtmişti. Fadlan, Hatun'un Hükümdar'ın sol tarafında oturduğunu ve bunun Türk devlet geleneğinin bir parçası olduğunu ve Türk kadınının asla erkeklerden kaçmadığını belirtiyor. Diğer bir Arap seyyah İbn Batuta ise seyahatnamesinde ise şu şekilde ifade etmiş: " Burada öyle ilginç bir duruma şahit oldum ki, o da Türklerin kadınlara gösterdiği saygıdır. Burada kadınların kıymeti ve saygınlığı erkeklerden daha üstündür."
Kadına kutsallık katan töreye göre, dövülmesi, horlanması veya itilip kakılması mümkün değildir ki zaten Türk kültüründe ve destanlarında böyle bir duruma rastlanılmamıştır. Türk destanlarında kadın daima erkeğinin yanındadır. Onların güç ve ilham kaynağıdır. Nitekim Dede Korkut "Deli Dumrul hikâyesinde" Dumrul, kendi canını vermeye razı olacak birisini bulmaya çalışır ve bunu kadında bulur. Kadını hiç çekinmeden canını vereceğini söylemesi, Türk kadınlarının cesur ve onurlu bir yaradılışa sahip olduğunu gösterir. Türk kadını her zaman at üstünde, kılıç elinde ve savaş meydanında en öndedir. Bamsı Beyrek hikâyesinde ise yer alan "Banu Çiçek" bunun en güzel örneklerinden biridir. Bir başka örnek ise Selcen Hatun'dur. Selcen Hatun, düşmanların gece kocasına baskın yapmasından korkmakta ve kocasını uyarır, savaş başlar. Mücadele esnasında kocasının atı yaralanır. Savaşa hazır bir şekilde kenarda bekleyen Selcen Hatun, atını düşmanların üzerine sürer ve düşmanları kılıçtan geçirmeye başlar. Bir diğer örnek ise Manas Destanı'ndaki kahraman Manas'a zehir verilerek atıldığı çukurdan eşi Kanikey Hatun'un kurtarması ile oğlu Uruz'u kurtarmak için düşman ile savaşan Kazan Bey'in eşi Burla Hatun kadın kahramanlardan birkaçıdır.
Aynı zamanda Türk kadınının önemi atasözlerine de yansımıştır. Türkler kendi soylarından olan kadınlarla evlenmeye önem verirlerdi. Bu yüzden Türk atasözünde şu şekilde ifade edilir; "Ey Türk oğlu! Suyu çaydan, kızı soydan al" diye...
Türk devletlerinde kadınlar, sosyal alanda da birçok hakka sahiptiler. O dönemde başka toplumların erkekleri, kadınları istediği zaman boşarken Türk devletlerinde tam tersi durum söz konusuydu. Kadının da kocasını boşama hakkı vardı. Fakat boşanma Türklerde yok denecek kadar azdı. Örneğin, Uygurlar da bu hak, her iki taraf içinde geçerli sayılmıştır. Bunun dışında kadınların başka toplumsal hakları da vardı. Türklerde kadınlar da mal-mülk sahibi olabiliyorlardı. Çin elçisi Vang Yen Tö seyahatnamesinde, Uygur Hatunları'nın at sürülerine sahip olduklarını yazmıştır. İslamiyet öncesi dönemi kadınlarında bir başka konu da giyim-kuşam şekilleridir. Türk kadınının giyimine dair bilgileri, o dönemden kalan yazıtlardan, seyahatnamelerden ve duvar yazılarından öğrenmekteyiz. Genel olarak o dönemde kadınlar, erkekler gibi deriden yapılmış giysiler giyiyorlardı. Kadınların şalvarları daha uzun olurdu. Ayaklarına çizme yerine genellikle "başmak" adı verilen ayakkabı giyerlerdi. Başlıkları ise yine deriden veya keçeden yapılmış "börk" denilen takke tarzı şeylerden oluşuyordu.Başları açık olan o dönemki Türk kadınları, saçlarını topuz yaparak, "hotoz" adı verilen başlık takarlardı. Zaman zaman omuzlarından ayak bileklerine kadar uzanan kıyafetler giyerlerdi. Bu kıyafetler genel olarak, çok süslü kumaşlardan oluşuyordu.
Sonuç olarak eski dönemlerdeki Türklerde kadın, gerek devlet işlerinde gerekse toplumsal yaşantıda önemli bir yere sahip olmuştur.
Dipçe: Bir sonraki yazı dizisi Selçuklular ve Osmanlılar Döneminde Türk Kadını'nın rolü ile devam edecektir.
Sevgiyle…
Yeliz Yıldırım
Araştırmacı Tarihçi ve Tarih Öğretmeni