DEVLERİN GEÇTİĞİ YOLLARDAN GEÇMEK
Baştan belirteyim, bu bir kitap tanıtım yazısı değildir. Olsa olsa muhtevasının merkezine bir kitabı almış olan bir yazıdır. Yağmur Tunalı Ağabey'in "Devler Geçti Bu Yollardan" namlı kitabını…
Yazıya girişi nasıl yaptım acaba, diye düşünerek buraya kadarki ilk iki satırı okudum. Yalan yok, önce bir korktum. Fazla iddialı olmuş gibi geldi. İşte tam da bu noktada Yağmur Ağabey'in, kitabın satır aralarına yerleştirdiği gençlik anıları aklıma geliyor ve derin bir nefes alarak devam ediyorum. Bu noktadayken bir hususu da belirtmek gerekiyor: Yağmur Ağabey, babamdan dahi fazla yaş almıştır – yaş almak yaşlanmak değildir - ancak samimiyeti, tevazu sahibi oluşu, biz gençlere yönelik ilgisi, ona "Ağabey" sıfatını yakıştırıverme imkânını sunuyor bana. Ve galiba, Yağmur Ağabey'in dinamik, zinde yapısı da bu fırsatı bize dolu dolu sunmaktadır.
Daha önce Yağmur Ağabey'in "Gittiler"ine yine böyle, gemi azıya alarak bir yazı yazmaya kalkışmıştım.[i] Orda da kitaptan çok Yağmur Ağabey'i ilk görüşümü resmetmeye çalışmıştım. Eserin yazardan soyutlanarak anlaşılamayacağını, bir eseri anlamak için yazarını da belli oranda tanımak gerektiğini düşünenlerden biri olarak, salt eser üzerinden giden tanıtımları sağlıklı bulmuyorum. Zaten Yağmur Ağabey de altı röportajın derlemesinden oluşan eserinde, röportajları peşi sıra dizip yayınlamak yerine, röportajları verenler hakkında bazı bilgi kırıntılarını, onlarla yaşanmış olan anılarını ve hatta röportajların hikâyelerini dahi, bizlere sohbet havasında sunuyor. Adeta röportajların yapılış esnasındaki – yüz yüze yahut mektupla oluşu fark etmiyor – samimi havayı kendisi ile biz okurları arasında da temin ediyor. Bu samimi paylaşımlarıyla (Sosyal medya paylaşımı değil elbet!) röportaj yapanı da, vereni de doğru anlamamızı sağlıyor. Hem de aslında bir anlamda tarihi vesika sayılacak bu röportajları okurken anakronik hatalar yapmamızı engellemiş oluyor. İnsandan parçalar taşıyan her şey, sosyallik barındırır. Kitaptaki röportajlar da, röportaj verenlerin sosyal yaşamdaki izlerinden, anılan dönemin sosyal panoramasına kadar bizlere çeşitli fikirler veriyor.
Kitabın bir diğer kıymetli hizmeti var biz okurlarına. Farkında olalım ya da olmayalım; hatta isteyelim yahut istemeyelim Yağmur Ağabey, bizlere "İyi bir röportaj nasıl yapılır?"a dair sağlam öneriler sunuyor. Hatta ne önerisi? Doğrudan ders veriyor bence. Bu açıdan da okunurken dikkat edilmeli. Hâ, bir de, ne kadar önerilir bilmem ama röportaj verecek bir yazarın, röportajın muhtevasına uygun yazısı nasıl röportaja evrilir meselesinde de aklınızda bir fikir oluşabilir kitabı okuyunca. Yalnız, aklınızda fikir oluşmuş olması bunu denemeniz için yeter sebep sayılabilir de; Yağmur Ağabey gibi bir röportajcı olmadığınız sürece geçerli sebep sayılmayacaktır. Bu kısımda daha çok "siz"li yaklaşım sergilemem, bu işe kalkışma cesaretini kendimde katiyen bulamayacak oluşumdandır.
Kitapta yer alan röportaj sahipleri; Muhtar Tevfikoğlu, Tarık Buğra, Sâmiha Ayverdi, Mahir Canova, Çinuçen Tanrıkorur ve Emine Işınsu olarak sıralanıyor. Efendim, "sıralanıyor" sözcüğünü yazarken ar etmiyor değilim. Resmen "Devler Geçidi" bu sahne. Kitabın başından itibaren bu devlerimiz sahnenin hâkimleri oluyorlar. Onlarla tanışıyoruz, – evet, daha önce tanıdığımı sanıyormuşum – onların çeşitli yönlerini görme imkânı buluyoruz. Açıkçası özenmiyor da değilim bu hayatlara. Muhtar Bey'le ömrümü fikrime vakfetmeye özeniyorum. Tarık Buğra, Sâmiha Ayverdi ve Emine Abla ile – Ülkücülerin ablasıdır – yazarlığa özenişim depreşiyor. Mahir Bey'le ilkokulda sahneye koyduğumuz piyesteki yaklaşık üç dakikalık rolüm aklıma geliyor. Ve Çinuçen Tanrıkorur… Cahilliğimle baş başa kaldığım sayfalar. Aynı zamanda Türklüğüme tekrar şükrettiğim sayfalar… Efendim, hani özendik ya. Açtım hemen Hacı Arif Bey'den Sultânî-Yegâh Saz Semâî namlı eseri… Hoş… Ancak bize göre sadece kulağa hoş geliyor. Bilmiyoruz ki makamını, usulünü, sesini... Makam kavramını sadece bürokrasinin emrine veren sistem ve daha bir sürü şey… "Baht utansın!" derken kendimi, Neşet Ağam'a geçiş yapmış olarak buluyorum.
Emine Ablam'la ilgili bir anıma yer açmak istiyorum. 2013 yılında şehidimiz Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun dinmez sancımız oluşunun 43. yıldönümü dolayısıyla anma programı kendi okulunda, Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinde düzenleniyor. Programa bu şehadetten kaynaklı sancımızı dile getiren ve "Sancı" adını gönlümüze saplayan Emine Ablam da katılıyor. Ben, işte olduğum için programa katılamıyorum. Ahretlik ülküdaşlarımdan biri programa katılma imkânı buluyor. Nasip bu ya Emine Ablam Sancı'mızı imza ediyor ülküdaşıma. Tabiî bu ülküdaşımın kendisine Sancı imza ettirirken bana ettirmeyişi zoruma gidiyor. Düştüğüm bencillik çukurunun farkına varmadan çıkışıyorum, "Bana niye imzalatmadın?" Verdiği ibretlik cevap beni kendime getiriyor: "Programa katılıp da imza alma fırsatı bulamayanlar oldu. Onların hakkına mı girecektin?" Belki masum bir istekti, belki devlerden birinden bir hatıra edinme hırsı… Bir şeyi gönülden isteyince oluyormuş ki bu meselenin üzerinden çok geçmeden Emine Ablam'dan, Mefkûre'de yapılan bir toplantıda imza alabildim. Bu devin izinin kıyısından geçmiş bahtiyarlardan sayıyorum kendimi. Emine Ablam, bir süredir rahatsız bu vesile ile onun için ve tüm şifa bekleyenler için yakaralım Yaradan'a…
Kültür – sanat hayatımızın istikametini iyi veya kötü, yeterli veya yetersiz, her ne şekilde olursa olsun devam ettirdiği temel yollar var. Biz bu yollarda, dönem dönem restorasyonlar yapmaya çalışmışız. Dönem dönem de yeni şeritler eklemeye; daha geniş, daha görkemli görünsünler diye elimizden gelen her şeyi yapmaya çalıştığımız olmuş. Tarihe karışan çabalar – elbette hakkaniyet ölçüsünde – tartışılır. Ne yazık ki bu çabalar yollar üzerinde yama çalışmalarından çok öteye gidememiş gibi görünüyor. Sonuçların menfi oluşu yapılanların ve niyetin samimi oluşuna gölge düşürmüyor. En azından bu benim için böyle. Bu yollar, devlerin geçtiği yollar. İşte bu devlerin adımlarıyla daha sağlamlaşmış, daha berkitilmiş bir hale dönmüşler. Bugün kültür – sanat dünyamıza dair hiçbir hayalin bile kurulmuyor oluşu bizi üzebilir. Başımızı kaldırıp önümüze bakacak halimiz yok ki, dercesine bahaneler sunanlar da olabilir. Hak veririm. Zira ben bu genç yaşımda önümü göremiyorum ki bir millet adına önümüzü görebileceğimize dair iddiada bulunayım. Ancak, esaslı bir iddiam var. Şöyle bir geriye baktığımızda oldukça net görebileceklerimiz var! Geçmişten gelen ayak izleri bizlere bir şeyler söylüyor olmalı. Aslında çok şeyler söylüyor olmalı. İzlere bakınca şaşırmamak elde değil. Öylesine derin oluşmuşlar ki ister istemez itiraf ediyoruz: Devler geçmiş bu yollardan!
Yağmur Ağabey'im, devlerini izini süren, devlerin izlerinin yanında izi olan adam, devlere karışmış olan… Devlerin yoldaşı olan devlerden biri… Devlerin geçtiği yollardan geçen biri… Okuyun, takip edin, bulun, tanışın… Gerekirse rahatsız edin! Ben öyle yaptım. Ve saçlarımdaki ak sayısı belli bir miktara ulaştığında ben de diyeceğim: "Devler Geçti Bu Yollardan: Ben Gördüm!"
Deli
Telif Hakkı
© Burak Akdağ @ tahtaPod.com | Tüm hakları saklıdır.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.