ÖMRÜMÜN SON GÜNÜ
Kızına eşinin adını koymuştu. Zeynep… Aslında dünyâya yeni gelen birine, ölen birinin adını koymak doğru mudur, bilemem ama eşini çok seviyordu ve yavrusu ile berâber adının da yaşamasını istiyordu.
- İşgâl altındaki Doğu Türkistan'da genel evlere satılan, katledilen, devlet tarafından âilesinden koparılan ve katledilen bütün Türk çocuklarına -
Gözlerini kapattı. Zâten benzeri her durumda aynısını yapıyordu. Gözlerini kapatıyor ve bu iğrençliğin geçmesini bekliyordu. Kör olmayı öyle çok isterdi ki, ama işte, onun elinde değildi. Gerçi onun elinde olsa, ölmeyi de çok isterdi. Hattâ çoktan ölmüş olurdu. Ama ölmek de, elinde değil.
Doğduğu gün, Doğu Türkistan'ın en kötü günlerinden biri yaşanıyordu. Gerçi Doğu Türkistan için günlerin birbirinden farkı yok ki… Hepsi kötü ve hepsi, birbirinden kötü. Ama doğduğu gün kadar kötüsünü yaşamamıştı. Tâ ki… Bir doğduğu gün, bir de…
Doğumlar, genelde evde olurdu. Ancak kanama çok şiddetli olduğunda ya da bebeğin ters dönmesi gibi durumlar olduğunda hastaneye gidilirdi. Bu yüzden hem anne, hem bebek ölümleri, sık yaşanırdı. Babasının korkusu da, buydu. Ya kanama şiddetli olur da, hastaneye yetiştiremezsek? Eşini çok seviyordu. Kolay değil, âilelerin aralarındaki düşmânlığa rağmen birbirlerine âşık olmuşlar ve her şeyi göze alıp, evlenmişlerdi. Âilelerinin reddini bile umursamamışlar, bütün zorluklara, acılara berâber direnmişlerdi. Eşini ve ilk evlâdını kaybetme ihtimâlini göze alamazdı. Hâyır, dedi, ebe kadına, doğum, hastanede olacak. Bu cümle, o kadar kesin ve net bir biçimde söylenmişti ki, hiç kimse îtiraz edememişti. Oysa, karnı olması gereğinden büyüktü. Büyük ihtimâlle ikiz olabilirdi. Çinliler ise ikinci çocuğu yasaklamıştı. Ne olacak? Vaz mı geçilecek? Vazgeçilebilecek mi? Hangisi?
Ebe kadın ve diğer yaşlı kadınların tahmîni doğru çıkmıştı. İkiz geliyordu. Tabiî, doktorlar, bunu hemen hastane yönetimine bildirmiş ve yönetim de birkaç polisi göndermişti. Gönderilen polislerden ikisi, Hui idi. Yâni Müslüman Çinli. Doğumun hemen ardından doktorlar, annesini, polislerle berâber zemîn katta bulunan bir odaya almışlardı. Bu arada bebeklerin de kaydını yapmaya başlamışlardı. Neler olacağı belliydi. Zâten doktorlar, bağırıyorlardı. "Tek çocuk yasasını bilmiyor musunuz? Siz, Uygurlar, hep böylesiniz. Çok câhilsiniz" gibi sözler, odada yankılanıyordu. Polisler, doktorların uyarısı ile Hoten'deki Çin yönetimini aradılar ve ne yapmaları gerektiğini sordular. Genel yanıt, bebeklerinin ikisinin de devlet kontrolüne alınması yönündeydi. Babası, bunu duyduğunda kulaklarına inanamadı. Bu arada Hui olan iki polis, odanın tuvaletinde abdest almış, namaza hazırlanıyordu. Namazın ardından babası, polise yaklaştı ve yalvarmaya başladı. Ne istiyorlarsa, yapacağını söylüyordu ama yeter ki, ikizlerine dokunmasınlar, onları almasınlar. Aldığı yanıt, sâdece bir yumruk oldu.
İkizlerin doğum kaydı yapıldıktan sonra, doktorun izniyle bebeklerden biri, annesine verildi. Ama bu, sâdece birkaç dakikalık bir izindi. Hemen geri alınacaktı. Diğerinin bir sâniye bile verilmesine izin vermemişlerdi. Polisler, aralarında konuşurken, "Sen devleti kandırmaya çalışırsan, başına gelene katlanacaksın" diyorlardı. O ân, annesinin gözleri babasına takıldı ve haykırmaya başladı, "Alihan, kaç. Kızımızı kurtar". Polisler ne olduğunu anlayana kadar, babası, kızı kucağında pencereden kaçmış, koşuyordu. Polisler arkasında bağırmış, koşmuş, hattâ bir iki el ateş bile etmiş, ama nâfile, yakalayamamışlardı. Bunun acısını ise zavallı kadından çıkarmışlar ve yataktaki kadını dipçik darbeleri ile öldürmüşlerdi.
* * *
Kızına eşinin adını koymuştu. Zeynep… Aslında dünyâya yeni gelen birine, ölen birinin adını koymak doğru mudur, bilemem ama eşini çok seviyordu ve yavrusu ile berâber adının da yaşamasını istiyordu. Sonraki günlerde Alihan, Hoten'in dış semtlerinde küçük bir eve yerleşmişti. Bu semtin ilginç bir özelliği vardı. Yeni gelenlerin ne olduğu, hemen anlaşılırdı. Özellikle Çin'in zulmüne uğramış bir garibanı hemen tanırlardı. Aynı şekilde Çin adına çalışan mankurtları da hemen tanırlardı. Babası ise her şeyden çok sevdiği eşini ve bir yavrusunu kaybetmenin acısını, her şeyi ile yaşıyordu. Öyle ki, onu gören herkes, tek kelîme bile etmese, oturup, onunla berâber ağlayabilirdi. Ama ağlamamaları gerekiyordu. Çünkü babası, aranıyordu…
Tam on iki yıl bir şekilde yaşamayı sürdürdüler. Tâ ki, o iğrenç ayın, iğrenç gününe kadar…
Zeynep, çok hastalanmıştı. Hastaneye götürmek gerekiyordu. Semtte devreye giren bâzı kişilerin yardımıyla sahte bir isim ve âile adıyla hastaneye yatırılmıştı. Ancak yatak ücreti, ilaç masrafı ve doktorların kendileri için istedikleri ekstra ücret, Alihan'ı çökertmişti. Aklına kaynatası geldi. Durumu, fenâ değildi. Düşmânlık vardı ama sonuçta onun da torunuydu. Nereden bilecekti ki, nefret ve kinin, en büyük ihanetlere yol açacağını…
Adreslerini bizzât kaynatası, Hoten'deki parti yöneticisine bildirmişti. Devlet, derhâl harekete geçmişti. O günün, akşamında da Zeynep, hastaneden taburcu edilmiş ve evine gelmişti. Babası, artan parayla kızına çok güzel bir sofra kurmuş, baba kız, yemek yiyorlardı. O ân… O bir sâniyelik ân… İşte felâket oydu. O ân, polisler, eve girmiş ve daha kapıyı açar açmaz Alihan'ı öldürmüşlerdi. Zeynep, o ân susmuş ve öfkesini, nefretini rûhuna aktarmıştı.
On iki yaşındaki Zeynep, devlet tarafından önce bir yurda yerleştirilmiş, sonra da ne iş yaptığı çevrede bilinen bir parti görevlisine teslîm edilmişti. Bu kişinin yaptığı işi, çevrede herkes bilir, herkes ondan tiksinir, nefret eder ve herkes ona giderdi. Zeynep, onun herkes için hazırladığı bir eşyâydı, artık. Yaşı önemliydi, çünkü birçok kişi yaşı için geliyordu.
Zeynep, ilk gün, ölmeyi çok istedi. Saldırdı, vurdu, ama öldüresiye dövüldü. O gün, intihâr etmek istedi, olmadı. Ölmek için Allah'a duâ etti, ölmedi ve gözlerini kapamayı öğrendi. Böylece görmüyordu. Zâten hissizleşmişti.
* * *
O gün, yine gözlerini kapattı. Bugün sondu. Banyoya geçti. Camı kırdı ve en büyük cam parçası ile boğazını kesti. Yaşamak istemiş, yaşatmamışlardı. Önce annesinin, sonra babasının, sonra da kendisinin canını almışlardı. Bu almak değildi, aslında. Çalmışlardı.
Aşağılık herif, odaya girdiğinde yerde yatan bir cansız çocukla karşılaştı. Onun çocuk olduğu, daha şimdi akıllarına geliyordu. O esnâda ruhunun yükseldiğini fark etti. Ama ağlıyordu. Önce o iğrenç oda ve yurt, sonra Hoten gözlerinde küçüldü ve gökler açıldı. İlk gördükleri annesi ile babası idi. Ağlıyorlardı. Bu arada bir kurdun uluması ile bütün gökler sarsıldı. Bu, her ne kadar tanımasa ve korksa da Börü Han'dı ve ona şimdiye kadar, babası ve annesinin dışında, olmadığı kadar sevgiyle bakıyordu. Sonrasında atlıların dört nala gelen sesleri duyuldu. Göklerden aşağı târihin kahramanları geliyordu ve hepsi, başlarında Çingiz Kağan olarak Zeynep'in önünde diz çöktüler ve tek dizlerini yere vurdular. O ân, Tel Âfer'den Fâtıma, Kerkük'den Mehmet, Karabağ'dan Ali Haydar, Bayırbucak'tan Kemâl, Kırım'dan Ahmet'in de ruhları geldiler ve atlılar, hepsinin önünde diz çöktüler. Her birinin gözünden ikişer damla kanlı gözyaşı aktı.
Zeynep'in dedesi, intikâmını almanın sevinci ile uyurken, onu alnına düşen iki damla uyandırdı. Elini alnına götürdüğünde bunun kan olduğunu gördü. Kendi torununun kanı… O esnâda sâdece onun duyabileceği şekilde, bütün gökleri bir ses kapladı. Bu bir kurt sesiydi idi ve Börü Han'ın adâlet isteyen ulumasıydı.
27.06.2015
KUTLU ALTAY KOCAOVA
Telif Hakkı
© Kutlu Altay Kocaova @ tahtaPod.com | Tüm hakları saklıdır.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.