Asli Kurucu İktidarın İnşası
Önceki yazımda Türkiye'nin toplumsal bir iflasın içinde olduğunu, bu iflastan mevcut anayasa ve o anayasaya bağlı tali iktidarlar ile çıkamayacağını, ancak asli kurucu iktidarın sınırsız yetkileriyle kurtulabileceğini yazmıştım. Bu asli kurucu iktidarın, Türk Milleti'nin ehliyet ve liyakat sahibi güzidelerinden derleyeceği kurucu bir meclis (toy) ile Türkiye gerçekliğini göz önünde bulunduran, uygar yaşama uyumlu, bağımsızlıkçı, ulusçu, özgürlükçü, insan haklarını esas alan, çevreci bir toplumsal sözleşme yazması gerektiğini ifade etmiştim. Böylelikle partiler arası inatlaşmalarla, ideolojik saplantılarla, seçim kaygılarıyla, halkın akıllanmasının beklenmesiyle tartışma konusu bile edilemeyen eğitim sorunu, üniversite ıslahı, sağlık düzenlemeleri, çevre, hayvan, kültür ve şehir yasaları -benim sıklıkla vurguladığım ama genelde önemsiz görülen bu başlıklar son 10 gündür yaşadığımız yangın felaketleriyle ne derece önemli olduğunu ortaya koymuştur- insan hakları, kadın talepleri, ekonomik dönüşümler birkaç ay içinde temelden, tartışmasız halledilebilir. Bu yeni ve millî anayasa ile kuvvetler ayrılığı kökten sağlanabilir, anayasallık, hukukun üstünlüğü, devlet başkanının tarafsızlığı, temel hak ve özgürlükler gibi bugün çözülmesi için sayısız sosyo-politik denklem kurulan meseleler, bir hamlede koruma altına alınabilir. Bu anayasasının ruhunu koruyacak ve kollayacak kurumlar birkaç hafta içinde atama ile inşa edilebilir.
Bu söylenenler okuyuculara belki zor veya imkansız gibi görünebilir. Bu iddiamı tarihten bir örnek ile destekleyeyim. Türkiye'nin II. Kurucu Meclisi olan Temsilciler Meclisi 6 Ocak 1961 tarihinde çalışmalarına başlamış ve yapmış olduğu millî, özgürlükçü ve ilerici anayasa 9 Temmuz 1961 tarihindeki halk oylamasıyla yürürlüğe girmiştir (6 aylık bir sürede). O dönemin şartlarında (DP-CHP gerginliği) demokratik yollarla kazanılması çok zor görülen hak, özgürlükler ve birçok denge-denetleme kurumu altı ay içinde halledilmiştir (muhakkak yanlışları, eksiklikleri mevcuttu. Her kurucu mecliste bunlar olabilir. Bu eksiklikleri veya yanlışları gidermek seçmenin ve politikacıların görevidir).
Peki, ülkeyi iflastan çıkaracak ve ihya edecek asli kurucu iktidarı kim ele alacaktır? Daha doğru bir soruyla kim ele almalıdır? Hoşumuza gitse de gitmese de Türk Milleti'nin millî yapısından dolayı bugüne kadar ki tarihinde bu mühim ve başat rolü ordu üstlenmiştir. Lâkin ordunun 2007-16 yılları arasında politikacılar tarafından -bence bilinçli bir şekilde- politize edilmesi, her türlü bir ordu yönetiminin -istemese dahi- doğası gereği kapalı, otoriter hatta yer yer totaliter bir yapıyı beraberinde getirecek olması, içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyıl siyasi ruhunun sivilleşmiş olması gibi sebeplerce, ordunun artık bu işlevini yitirmiş olduğunu göstermektedir. Günümüz Türkiye'sinin asli kurucu iktidarını ele alacak erk, askeriyeden sivillere intikal etmiştir (15 Temmuz 2016 Direnişi). Demek ki bu erk, sivil olmalıdır. Buradan hareket edecek olursak bu sivil erk nasıl olmalıdır?
Öncelikle sivil erk, bir siyasi parti olmamalıdır. Çünkü siyasi parti, ne yaparsa yapsın, kamuoyu nezdinde diğer siyasi partilerin bir benzeri, mensupları da ne kadar idealist olursa olsun alelade bir politikacı görülecektir. Hemen hemen her toplumda olan siyasi parti ve politikacı hoşnutsuzluğu ve şüpheciliği, eğer partileşirse sivil erk için de geçerli olacaktır. Bir de bir siyasi parti, asli kurucu iktidarı eline alırsa bu diğer siyasi partilerin tabanında bir memnuniyetsizliğe veyahut sessiz bir soğukluğa neden olabilir. Ülkenin koca kitle partileri dururken küçük bir partinin asli kurucu iktidarı eline alması, diğer partilerin üyelerini veya seçmenlerini gocundurabilir -Turhan Feyzioğlu hadisesi, böyle bir hadisedir-. Bu gibi gerekçelerle siyasi parti de olmaması gereken sivil erk ne olmalıdır?
Sivil erk, bağımsız, millî bir sivil toplum kuruluşu, bir cemiyet olmalıdır. Böylelikle cemiyet, millî bütün kurumları politikleşmiş Türk Milleti'ne, politika, cemaat, menfaat ittifakları dışında duran millî bir kurum verilebilmelidir. Bu sivil erk bağımsız olmalı; uluslararası, ulusal kurumlardan hiçbir maddi destek almamalı, yerli veya yabancı herhangi bir sivil toplum kuruluşuyla işbirliğine girmemelidir. Yegane sermayesi, yalnızca kendi olmalıdır. Millî olmalı; ulusunun tarih, töre, inanç, terbiye değerleriyle ve devletinin kurucu felsefesiyle uyumlu olmalıdır.
Sivil erk, bağımsız, millî olduğu kadar seçici olmalıdır. Cemiyet, hiçbir nicelik kaygısı gütmemeli, her isteyenin katılabildiği bir yer olmamalıdır. Kendi içinde belirleyeceği üye profiline uymayanları, kazanmak gayesiyle bünyesine katmamalıdır. Cemiyet, insanların eğitileceği bir eğitim yeri de olmamalıdır. Aksine cemiyet, kendine katılmak isteyenler arasından şuurlu, bilgili, duyarlı, ciddiyet ve mefkure sahibi, kibar, şahsiyetini inşa etmiş, iradeli kişileri seçmelidir. Cemiyet, ülkenin her bucağında örgütlenmemeli her coğrafi bölgenin kültür ve üniversite illerinde örgütlenmelidir. Bu millî cemiyet, seçici olduğu kadar seçkinci olmalı ve bu ilkesinden kati suretle taviz vermemelidir. Örgütleyeceği ve hitap edeceği kitle, burjuvalar, şehirliler, akademisyenler ve üniversite gençliği olmalıdır. İnsan kazanmak için çabalayan değil ülkenin toplumsal tahlilini yapmak ve çözümler sunmak için çalışan bir fikir kulübü olmalıdır. Cemiyet zannedildiği gibi gizil bir yapıya bürünmemeli, oldukça açık, şeffaf bir kurum olmalıdır. Ülkedeki düşündaş kişileri bir kurum altında toplamayı amaç edinen cemiyet, milletin sorunları için düşündüğü çareleri iletişimin tüm imkanlarıyla hedef kitlesine ısrarla anlatmalıdır. Türkiye'nin toplumsal çözülmesi önlenemez duruma gelene kadar, Türk Milleti'nin seçkin gençlerini, akademisyenlerini, yazarlarını, şehirlilerini, kendi bünyesinde toplamalıdır. Cemiyet, ideolojik bir örgütlenme veya bir kadro hareketi de olmamalıdır. Olabildiğince geniş yelpazeleri bünyesinde barındırmalıdır.
Önceki yazımda belirttiğim gibi Türkiye toplumu 150 yıldır bir kültür çekişmesinin veya savaşının içindedir. Bu 150 yıl içinde gerçekleştirilen devlet müdahaleleri, bu savaşı baskılamıştır. Baskıladığı içindir ki Türkiye, her 15-20 yıl içinde yeninden bir toplumsal buhran evresine girmektedir (1957-60, 1975-80, 1995-00, 2016-21, yılları). Tali iktidarlar doğaları gereği bu kültür savaşını bitiremeyecek kadar yetkisiz olduklarından, Türkiye gelecek on yıllarda da -eğer önlem alınmazsa- toplumsal buhranlar yaşayacaktır. Artık bu toplumsal buhranlar bir -Hobbesçu bakış açısıyla- "doğa durumu" noktasına geldiğinde, kendini o günler için hazırlayan sivil erk, cemiyet, ülkenin münevverlerinin, iş insanlarının ve bürokratik kurumlarının da desteğiyle toplumsal terörizmi bitirmek, millî birlik ve beraberliği yeniden sağlamak, bir daha toplumsal buhranlar yaşanmasını engellemek için, asli kurucu iktidarı barışçıl yollarla ele almalıdır. Ordunun bu süreçteki yaklaşımı tarafsızlık olmalı ve yalnızca ülkedeki emniyeti sağlamakla yetinmelidir. Böylelikle efradını cami, ağyarını mani bir toplumsal sözleşme yapılmalı ve bu anayasayı koruyacak, kollayacak kurumlar inşa edilmelidir. Bu sürecin güle oynaya olmayacağının yazının yazarı olarak ben de farkındayım. Buna tarihi bir örnek olarak Fransa'nın V. Cumhuriyeti'nin kurulmasını veriyorum. Millî bir kahraman olan Charles De Gaulle, ordunun desteğiyle "devleti" yeniden kurmuştur. Böyle olması arzu edilmelidir.
Peki milletin mefkure sahibi, kültürlü insanlarını toplayan, bürokratik erklerle ittifak gerçekleştirerek asli kurucu iktidarı eline almayı amaç edinen cemiyet, neye dayanarak kendine bunu hak görecektir? Sonuçta ülkede kendine denk düşen sayısız sivil toplum kuruluşu, siyasi parti ve bürokratik kurum veya kuruluş vardır. Cemiyet, meşruiyetini nereden alacaktır? Bu mühim bir sorudur. Çünkü cemiyetin kendine addettiği misyonu, çok farklı ideolojilerde ya da aynı ideolojilerde olan sayısız oluşum da addedebilir. O halde cemiyetin ayırt edici yönü ne olmalıdır? Cemiyet, kendini her türlü millî kurumu siyasallaştırılmış Türk milletinin tabii vekili görmelidir. Burası bir Türk yurdudur, bu yurdun sahibi Türk Milleti'dir ve bu milletin örgütlenmesi olan devlet de bir Türk Devleti'dir. Bu devletin rejimi olan Cumhuriyet'in kurucusu da Ulu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür. Cemiyet, yetkisini ve meşruiyetini, insan haklarından, Türk Milleti'nin kendinden, Türk Milleti'nin töresinden, Türk Devleti'nin kendi anayasasının başlangıç metninin ruhundan ve Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk'ün gençliğe hitabesinden almalıdır. Cemiyeti, kendi dışında herkesten ayıran yönü, ihtilâlci olması, asli iktidar talebi ve bunu gerçekleştirmesidir. Bu konu alabildiğince izafi olduğu için bir kanun koymak, mümkün görünmemektedir. Bu meşruiyet meselesi ancak eylemde çözülecek bir Gordion düğümüdür (Gordion bugünün Ankara ilidir. Ankara düğümü, Büyük İskender'in yöntemiyle -kılıç- çözülecek ve çözen Asya'nın hakimi -Türkiye: Küçük Asya- olacaktır).
Türkiye'nin gelecek on yıllarında yaşanması kuvvetle muhtemel görülen toplumsal çözülme durumunda bürokratik erklerin desteğiyle asli kurucu iktidarı eline alacak olan cemiyet, toplumsal desteği nasıl sağlamalıdır? Malumdur ki, hiçbir fırka yalnızca güce dayanarak iktidarda kalamaz. İlla ki bir toplumsal desteğe ihtiyacı vardır. Cemiyet, toplumun rızasından yana olmalıdır. Ancak toplum, doğruyu bulma, bunu iktidara taşıma ve bu iktidarın devamlılığını sağlama konusunda gerekli bilinçten, bilgiden, duyarlılıktan ve iradeden yoksundur. Bunun için Türk milliyetçiliğinin kuramcılarından merhum Ziya Gökalp'in aydın-halk ilişkisi, siyasallaştırılmalıdır. Halkın bağrından çıkan Türk aydınları, seçilmişlerle birlikte iktidar ortağı olmalı, sonra tekrar halka dönmeli ve sağlayacağı toplumsal destekle halkın ihtiyacı olan yasaları koymalıdır. Bunun için asli kurucu iktidarı eline alan sivil erk, hemen bir toplumsal mutabakat yaratmalıdır.
Bu toplumsal mutabakat, Türkiye gerçekliği göz önüne alınarak kurulmalıdır. Türkiye, klasik siyasi kümeleye göre kabaca yüzde 65 sağ, yüzde 28 sol eğilimlidir. Sağ kendi içinde yüzde 35 muhafazakar, yüzde 15 milliyetçi ve yüzde 15 ümmetçi olarak çeşitlenmektedir. Sol ise kendi içinde yüzde 23 sosyal demokrat, yüzde 5 sosyalist olarak bölünmektedir. Bu siyasi denklemin içine eklemlenemeyecek etnik bölücü HDP ise yüzde 7'lik bir kitleye sahiptir (bu rakamlar değişken olmakla birlikte ortalama olarak böyledir). Türkiye'de liberalizm, feminizm, ekolojizm her kesimde kendine destekçi bulsa da ayrı bir kitle olamamıştır.
Bu sosyo-siyasal denklemde sol, toplumsal bir mutabakat oluşturma işlevinden mahrumdur. Sosyal demokratlar, solda bir bütünlük sağlayabilseler bile bu tek başlarına iktidar olabilmeleri için yeterli değildir. Sol ittifakın, sağ kesimde bir karşılık bulması da hayli güçtür -lütfen Türkiye'nin takım tutar gibi parti tuttuğu gerçeğini unutmayalım-. Sol en fazla birinci parti olmayı başarabilirler ki, bu da toplumsal mutabakat yaratmak için yeterli değildir. Yeterli olsa bilse sadece sol ittifakın kuracağı toplumsal mutabakat, ülkedeki kültür savaşını bitirmeyecek aksine körükleyecektir. Türkiye'de sağın, yüzde 65'lik tabanıyla bir toplumsal mutabakat oluşturmaya imkanı vardır. Bu durum, demokrasi tarihimizde birkaç defa da tezahür etmiştir (Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milliyetçi Cephe, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhur İttifakı). 1946-2002 yılları arasında oluşturulan sağ ittifaklara, en büyük sağ tabana sahip muhafazakarlar öncülük etmiştir. Bu ittifaklar kendi dönemleri içerisinde görece faydalı da olmuştur. 2002 sonrası kurulan sağ ittifakın öncüsü rejim muhalifi ümmetçiler olduğu için ülke toplumsal bir kutuplaşma belki cepheleşme sürecinin içine girmiştir. Buradan hareket edersek yazı başka bir yere kayacağından ümmetçilerin öncülüğündeki sağ ittifakın değerlendirmesini başka bir yazıya bırakıyorum. Türkiye'de herhangi bir sağ ittifak, ülkenin -istemese dahi- kutuplaşmasına ve sol kesimin kendini -öyle olmasa bile- dışlanmış hissetmesine neden olacaktır. Böylelikle kültür savaşı sürmeye devam edecektir. Hem sağ ittifakın içinde ümmetçilerin olması, laik-ulus cumhuriyeti tartışmaya açacaktır. Asli kurucu iktidarı eline alacak olan sivil erk, kendine taban olarak sol veya sağ ittifakları almamalıdır. En geniş tabanlı ittifak olan muhafazakar-sosyal demokrat ittifakı da fikri yönünün eksikliği, karşıt değerlerin temsilcisi olmaları ve kırılgan işbirliği gibi sebeplerce cazibesini yitirmektedir.
Peki Türkiye gibi bir toplumda toplumsal mutabakat nasıl sağlanmalıdır? Toplumsal mutabakatın temel düsturlarından biri, laik-ulusçu cumhuriyete karşı olan toplumsal kesimleri mutabakat dışı bırakmak olmalıdır (etnik bölücü HDP, enternasyonal sosyalistler, aşırı ümmetçiler). Bu kesimlerin talepleri, cemiyet tarafından değerlendirilmeli ancak mutabakatın içine dahil edilmemelidir. Bu sanılanın tersine zarardan çok fayda getirecektir. Toplumsal mutabakatı oluşturacak sivil erk, toplumun değerleriyle barışık, rejim ile sorunu olmayan, fikri yeterliliği, etkin bir kitlesi olan, hem sağ tabanda hem sol tabanda karşılık bulabilecek bir görüşü esas almalıdır. Yukarıda yapmaya çalıştığımız kısıtlı tahlilden çıkan sonuç, Türkiye'de ilerlemeci ve özgürlükçü toplumsal mutabakatı yalnızca Türk milliyetçiliği sağlayabilir (MHP ve İP dışında, kuramsal düşünmek daha uygun olur). Çünkü Türk milliyetçiliği, toplumun tarihine, manevi değerlerine saygılı, rejimin kurucu ilkelerini özümsemiş, bağımsızlıkçı, yerli ve millî, fikri-kuramsal bir geçmişi olan, seküler, şehirlileşmeyi, millî burjuvaziyi savunan, milletine fayda sağlayacak her şeye açık, mefkure sahibi bir görüştür. Türk milliyetçiliği, kendine has bir tabana sahip olmakla birlikte muhafazakar ve sosyal demokrat tabanda da büyük bir karşılığı olan tek görüştür. Demek ki cemiyet, Türk milliyetçiliğini merkeze alan, bunun yanına muhafazakarları ve sosyal demokratları eklemleyen bir toplumsal mutabakat oluşturmalıdır. Bu toplumsal mutabakat, siyasi partilerin koalisyonu veya politikacıların aynı partide toplanması şeklinde olmamalıdır. Bu toplumsal mutabakat cemiyetin, asli kurucu iktidarı aldıktan sonra izleyeceği politikalar, atamalar, bulunacağı söylemler vasıtasıyla doğrudan halkla sağlamalıdır. Böylelikle asli kurucu iktidarı eline alan sivil erk, bürokrasiyle işbirliğinden sonra kabaca yüzde 70'lik bir toplumsal mutabakat sağlamalı ve bu tabana dayanmalıdır.
Türk Milleti'nin bağrından filizlenecek, milletinin tarihi ve manevi değerlerine saygı duyacak, Cumhuriyetin kurucu felsefesini koruyacak, bağımsız, millî, seçici ve seçkinci ilkeleri benimseyecek, Türkiye toplumunun kültür savaşını sonlandıracak, toplumsal çözülmesini durdurarak yeniden bağlayacak, bürokratik kurumlarla ittifak yapıp asli kurucu iktidarı eline alacak, Türk Milleti'nin entelektüellerinden bir kurucu meclis teşkil edecek ve Türk milliyetçiliğini merkeze alarak muhafazakarlar ve sosyal demokratlarla bir toplumsal mutabakat sağlayacak olan sivil erk-cemiyet, Türk Devletini yirmi birinci yüzyıla ne şekilde yorumlayacaktır? Türk Milleti'nin kültür savaşını nasıl sonlandıracak, bir daha Erdoğanların çıkmasını nasıl engelleyecektir? Bu soruların yanıtını bir daha ki yazımda tartışacağım.
Bu yazdıklarımın mevcut anayasaya göre suç olduğunun bilincindeyim. Ancak bu yazdıklarımın anayasayla veya günümüz iktidarıyla alakası bulunmamaktadır. Ben, Türk Milleti'nin kendince duyarlı bir genci olarak, milletimin ve ülkemin içerisinde bulunduğu içtimai durumunu tahlil etmeye çalışıyor, bilgim çerçevesinde düşündüğüm çareleri paylaşıyorum. Ben yazılarımı, dönem ve siyaset dışı tutmaya, milletimin temel meselelerine odaklamaya çabalıyorum. Bu açıklamayı da suçtan çekindiğimden değil, neyi amaç ettiğimin anlaşılması için belirtiyorum.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.