SEÇİMİN KAZANILIP İKTİDARIN VERİLMEMESİ...
''Seçimi kazanıp da iktidarın verilmemesi'' ne demek
Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, İYİ Parti Milletvekili Ahmet Erozan'ın "Bütçeyi iktisatlı kullanın, yılın ikinci yarısı alacağız." sözlerine yanıt verirken "Ülkede seçim yok. Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz." dedi. Bakıyorum da; belki de RTE'nin "15 Temmuz Allah'ın bize bir lütfudur" itirafında olduğu gibi Çavuşoğlu'nun bu sözünü de; Allah'ın bunların gizli ajandalarında var olanı itiraf ettirmesi şeklinde algılamak mümkün. Yani "Ne olursa olsun, günün sonunda bizim için iktidardan gitmek gibi bir durum hiç bir zaman söz konusu olmayacak" anlamında yorumlanabilecek bir ifade. Bu cümle yeterince ilgi çekip, yankı bulmadı. Oysa ayan beyan açık; AKP'nin seçimi kaybetmesi durumunda antidemokratik bir yöntemin devreye sokulacağını söylüyor. Muhalefet, oldukça "Kullanabileceği" bu ifadeyi sadece dinlemekle yetindi. Bu söz ağızdan çıktığı an tabiri caizse mecliste "Kıyamet" kopmalıydı. Muhalefet partisinden birisi velev ki; "Arkamızda öyle bir destek olacak ki sizin iktidarda kalmanız mümkün olmayacak" mealinde bir ifade kullanmış olsaydı şu anda tüm TV'lerde cumhur ittifakı tarafından "Darbe çığırtkanlığı" üzerinden ne kıyametler koparılıyor olurdu değil mi. M.Çavuşoğlu, Sayın Erozan'nın şahsında İYİ PARTI'ye "Sizi, kurumsal kimliğinize yönelik kumpaslarımızla tasfiye edeceğimizden iktidar olma şansınız olmayacak" mesajını mı vermek istemiştir. Devlet Bahçeli'nin HDP'yi kapatma talebinin arkasındaki gerçek niyet; HDP (Oldukça haklı gerekçelerle) vesile kılınarak siyasi "Partilerin kapatılması" süreçlerini absürt demokrasimize çirkin bir yama yapıp bunu geleneksel hale getirerek, aşağıda ifade edeceğim zorlama isnat ve ithamlarla İYİ PARTİ kumpaslarla aleyhine işletilecek bir sürecin içine mi çekilmek isteniyor. Öyle ya; Meral Hanım hakkında 2016 yılında açılmış, üzerinde gizlilik kararı alınmış, Meral Hanım'ın da sürekli dilekçeler vererek duruşmasının bir an önce yapılmasını istediği ama bir türlü de yapılmayan davanın akıbetinin bu şekilde sürüncemede bırakılmasının amacı ne olabilir. Aradan dört yıl geçmiş, beşinci yıla girerken dosyası hazırlanıp mahkemesi yapılmayan soruşturma mı olur. Birileri için beklenen gün geldiğinde, fitili ateşlenerek Meral Hanım'ın şahsında İYİ PARTİ'nin aleyhinde kullanılabilecek bir davaya mı dönüştürülmek isteniyor. O istenen gün gelmeden, özellikle belirlenmiş isimler üzerinden fetö ile bağlantılı ve iltisaklı olma hali keşfine bunun için çıkılmış olabilir mi. Kongre sürecindeki listeler savaşı ve çizilen isimlerle ilgili parti içinde yaşanmış hoşnutsuzluklar gibi; partinin iç sorunlarını sorgulama refleksi nasıl oldu da hem parti kurumsal kimliği üzerine hem de önceden belirlenmiş özel isimler üzerinden fetö ile irtibatlı ve iltisaklı olma şeklinde bir sorgulama sürecine dönüşmüştür. Benim kanaatim o ki; nihai hedefin İYİ PARTİ'nin tasfiyesine kadar gidecek bir sürecin yürütülmekte olduğudur. Murad edilen bu olsa da; Meral Hanım'ın siyasi dehası ile oluşturduğu atraksiyonlarla bunların üstesinden geldiği gibi bundan sonra da gelecektir. Elimde iddialarımla ilgili elbette belge ve bilgim yoktur. Bütün çıkarsamalarım, millet olarak hep beraber yaşadıklarımız, şahit olduklarımız, bireysel yaşanmışlıklar ve bunlar üzerine yaptığım gözlem ve tespitlerimi, akıl denen sahip olduğum güzel bir nimet ile muhakeme edip hükme varmamdır.
Camiler ''Kapatılsın'' mı?
Covid-19 hastası bir hemşerime "Köyde kaç kişisiniz ki bu illet sana da bulaştı" deyince "Cuma namazına gitmiştim herhalde orada kaptım" dedi. Akıl dini İslam'a göre bir Müslüman işlemiş olduğu günahlara binaen Allah'a karşı sorumludur ve affını da sadece Allah'tan ister. Ancak ne var ki; kul hakkını ilgilendiren bir günah söz konusu olduğunda aradan çekiliyor, helalleşmeyi tarafların kendi sorumluluklarına bırakıyor. Yani Allah "Onun da gereğini yapmak benim işim, sizin ne haddinize" demiyor. Gerek vakit namazlarının gerekse cuma namazlarının cami veya mescitlerde toplu kılınması durumunda; velev ki taşıyıcı olan birisinin salgının bulaşmasına vesile olmak gibi Allah'ın bile böyle bir günahı(Kul hakkı) affetme yetkisini mağdur kuluna bıraktığına göre; Diyanet İşleri Başkanlığı hangi cüretle hala camileri ibadete açık tutmak gibi bir günahın vebalini üstlenebiliyor. Oysa tüm ibadetlerin Allah nezdindeki anlamı tamamen ve tamamen İslam dinine inanıp, Allah'a iman etmedeki samimiyetin belli ritüellerle ifade edilmesidir. Allah, İmanımız doğrultusunda dinimizi ne derece önemsediğimizi günlük yaşantımızda güzel ahlak temelli tutum, davranış ve ibadetlerimizle görmek ister. Yani demem o ki; Allah (Haşa) bizim ibadetlerimize ihtiyacı olmadığı gibi yaptıklarımızla da bir eksiğini tamamlamış veya ihtiyacını gidermiş olmuyor. Toplu ibadetlerdeki amaç insanların sosyalleşmesidir. Malum virüs bugün için aynı zamanda sosyalleşmenin en büyük düşmanı olduğuna güre bir anlamada ona karşı verilen mücadeleyi de cihat olarak görmek mümkün. O halde, bir savaş esnasında cephede düşman varken nasıl ki toplu namaza durulamıyorsa, bir çok insanın virüs taşıyıcısı olma ihtimalinin olduğu toplu ibadetlerin yapılması da sakıncalı olup, adeta savaş hali görüp, salgın tehlikesi aşılana kadar camiler ve mescitler kapalı tutulmalıdır. Peki Diyanet İşleri Başkanlığı niçin camileri toplu ibadete açık tutmada ısrar ediyor. Çünkü üzerinde siyasi dayatma var da ondan. Siyasi iktidar çok iyi biliyor ki; Türkiye'de ortalama algı düzeyine "Camilerin ibadette kapatılması" gibi bir kararı anlatamaz. Siyasi iktidar bunu günün savaş şartlarını ve konjonktürü dikkate almadan "CEHAPE camileri kapattı, ahır yaptı" propagandası ile elde ettiği sonuçlardan edindiği tecrübeden biliyor. "Nakilci İslam" anlayışında bir teslimiyet söz konusu olup, "Allah'ın dediği olur" teslimiyeti ile zahmetsiz olan bir yol, yani kolaycılık tercih edilerek aklı kullanmaya yönelik "Akılcı İslam" anlayışından kaçmak adeta teşvik ediliyor. Nedeni de Müslümanların ortalama algı düzeylerinin artacağından korkulmasıdır. Allah "Her şeyin neden ve sonuçlarını sorgulamayın, benim takdirime bırakın" demiş olsaydı, akıl denen nimeti israf etmemize ne gerek vardı, başka canlılara da verirdi öyle değil mi. Din alimi falan değilim. Dinime nakil yolu ile değil aklım ile inanan bir insanım o kadar.
Geçmişime dair bir anım
Eşimle beraber İlçe Yüksek Seçim Kuruluna gidip MHP'den istifa dilekçelerimizi verdikten sonra binadan çıkarken bir ara hüzün dolu nemli gözlerimizle karşılıklı bakıştığımızı hatırladım.
Şimdi ise; o günkü irademizle vermiş olduğumuz karar neticesi ete kemiğe bürünmesinde katkımız olan İYİ PARTİ projesi ile başkent Ankara'nın ülkücü bir belediye başkanına kavuşması ve o belediye başkanının örnek belediyeciliği yanında arsızlık, hırsızlık ve yolsuzlukların hesabını sorma mücadelesindeki kararlılığını izlemenin keyfini yaşıyoruz. Ve, ağlayarak istifa ettiğimiz partimiz MHP'nin Ankara Belediyesi meclis üyelerinin iradelerini AKP meclis üyelerinin iradelerine teslim ederek meclis salonunu terk etmiş olmaları ve bunu da ülkücü Mahsur Yavaş'ın arsızlık, hırsızlık ve yolsuzluk tespitlerini protesto etmek adına yapmalarına şahit olunca; geçmişteki o hüznün akıttığı göz yaşlarımızın yerini bugün almış olduğumuz doğru kararımıza şükretmenin keyfini yaşıyoruz. Mansur Başkanın "İsterseniz sıraların üzerine çıkın tepinin" sözlerindeki özgüvene şahit olunca, bunun da keyfini yaşamak elbette çok güzel bir duygu. Allah'ım sen bu duyguyu ülkenin her zerresinde her Türk'e yaşamayı nasip eyle.
Cumhur ittifakı niçin Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı adayı olmasını istiyor
Hiç düşündünüz mü; cumhur ittifakı niçin Kılıçdaroğlu'nun ille de cumhurbaşkanı adayı olmasını istiyorlar. Kılıçdaroğlu'nun imalı konuşmasını bir anlamda kendi gönüllerinden geçeni itiraf eder şekilde anlamlandırdılar. Cumhur ittifakı mensupları bugün peş peşe verdikleri demeçlerle ne kadar da mutluydular değil mi(!)
AKP aynen Muharrem İnce'nin adaylık sürecinde uyguladığı taktiği bu sefer de Kılıçdaroğlu üzerinden uygulamak istiyor. Adeta Muharrem İnce'nin CHP adayı olmasını sağlayan AKP olmuştur. Nasıl mı; CHP tabanını sürekli algılarla tahrik ederek onları Muharrem İnce'nin aday olması gerektiğine inandırdılar. Bu arada Muharrem İnce'yi de sürekli motive etmeyi ihmal etmediler. CHP seçmeninin bilinç düzeyi gayet yüksek olmasına rağmen maalesef cumhur ittifakının bu algı tuzağına düştüler. Oysa o günkü konjonktürde daha partisini kurarken "Ben cumhurbaşkanı adayı olacağım" diyen Meral Akşener'in millet ittifakının cumhurbaşkanı adayı olması gerekiyordu. Dolayısıyla, o günkü konjonktürde Kemal Kılıçdaroğlu hangi nedenlerle cumhurbaşkanı adayı olmamışsa bugün de aynı nedenlerin hala geçerli olduğunu düşünüyorum. Kılıçdaroğlu'na soracak olursak o da aynısını söyleyecektir. Bundan sonra sürekli "Ana muhalefet partisi genel başkanı niçin cumhurbaşkanı adayı olamaz" diyerek cumhur ittifakı trolleri şimdiden mesailerine başlayacaklar. Yine CHP tabanını tahrik ederek "Sahi, niçin genel başkanımız aday olmuyor ki; olmalıdır" gibi bir soruyu sordurarak CHP tabanına bir öncesindeki hatayı tekrar yaptırmak isteyeceklerdir. Ancak Kılıçdaroğlu bu oyuna gelmeyecek ve millet ittifakı kendisi dışında güçlü bir aday belirleyecektir. Meral Hanım bile bugünden kendini bağlayıcı ifadeler kullanmadan, temkinli hareket ederek Kılıçdaroğlu ile başarılı bir süreç yürütüyorlar.
İYİ PARTİ'de ideolojik taassup dayatma büyümesine engel dirTürk milliyetçileri olarak kendi iktidarımızı ideolojik taassuplarımızı dayatarak (Dün MHP, bugün İYİ PARTİ) imkansız hale getirirken ülkümüz adına kavgasını verdiğimiz dönemlerin marjinallerini hem iktidara taşıdık, o da yetmedi iktidarlarını koruyoruz. MHP 7 Haziran 2015 itibariyle ideolojik taassubu terk etti ama kendisi için değil Recep Tayyip Erdoğan ve partisi için etmiştir. Bunun açılımını "Andımız"a sahip ÇIKMAYARAK bir anlamda adeta deklarasyon şeklinde ilan etmiş oldu. Peki bu kadar, cesaretle ideolojik taassubu terk etmeyi veya açılımı göze almayı düşünen Devlet Bahçeli ve avenesi niçin iktidar olmayı değil de ülkeyi AKP iktidarı ve Erdoğan liderliğinde tek adam sistemine taşımayı tercih etmiştir. Bir anda hangi hesapların yapılıp, kitapların yazıldığını bilmeden adeta "MHP ve Türk milliyetçiliği Erdoğan ve partisine armağan olsun" sloganı ile karşılaştık. İşte "Özgür Düşünceli Demokrat Türk milliyetçileri" olarak doğal yapımız gereği buna itiraz ettik. Farkında olmadan bizlere sürü psikolojisi ile yutturulmak istenen bu sloganı atmayı ret ettik. Biat kültürü ile her Türk milliyetçisinin bu sloganın peşinden gideceğinin hesabını yapanların hesaplarını alt üst ettik. Sonuç; bu ayrışmanın belirleyici unsuru "İktidara susamışlığımızı" ideolojik taassupla başarmanın mümkün olamayacağı, bunun yerine "Vatanseverlik ve millet severlik paydasında bütünleşmeyi pergelin sabit ayağı olarak tutup, onun üzerine kurumsal bir yapının oturtulması gereği düşünülerek İYİ PARTİ projesi geliştirilmiştir. Belki bana "MHP ideolojik taassubu 2015, 7 Haziran seçimlerinden sonra terk etmişti demiştiniz" diyeceksiniz ama arada önemli bir fark var; İYİ PARTİ bunu Türk milliyetçilerinin iktidar olması için yapıyor, yani iktidara talip. İYİ PARTİ'nin başının üstünde "Döndürülmek istenen" musibet ve belaların temelinde de iktidar olmak için sahip olduğu bu özgüvendir. Parti içinde yaşanan sorunların bunlarla hiç bir ilgisi, alakası yoktur ama bu sorunların partinin kurumsal kimliğine karşı kurgulanmış operasyonlara bilerek ve istenerek malzeme edilmek istendiğinin de farkındayız.
İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ''Nakilciler'' tarafından linç edildi
Yine rahmetli Yaşar Nuri Öztürk gibi çok değer verdiğim bir ilahiyatçı olan Prof. Dr. Mustafa Öztürk çalışma alanı olan tefsir konusunda; anlatmak istediklerini anlayabilecek yeterlilikte olmayan akılcı değil, nakilciler üzerinden günlerce linçe tabi tutulunca artık dayanamayıp Marmara üniversitesi ilâhiyat Fakültesindeki görevinden istifa etti. Bundan sonra zamanını, yazmakta olduğu tefsir çalışmasını tamamlamaya ayıracağı söyledi.
Beni bir çok bakımdan etkilemiştir. İslam'ı geleneksel anlayışa teslimiyet şeklinde, yani nakille anlatılan İslam'a değil, kendi aklımı da devreye sokarak, mantığıma oturttuğum bir dine yani İslam'a inanmaya yöneltmiştir. Diğer bir etkisi, Kur-an ayetlerinin tefsirinde Arap toplumunun kendi sosyolojisinden tutun da Arapçanın dil özeliklerine kadar olan bir çok ayrıntıyı göz önünde bulundurarak, toplumsal gerçekçiliği ve tarihselliğe dikkat etmek gerektiği şeklindeki tespitleri olmuştur. O'nun anlattıklarından etkilenerek çıkardığım sonuç; eğer Kuran-ı Kerim Orta Asya Türklüğüne inmiş olsaydı sayfa adeti veya ayet sayısı bugünkünün ancak dörtte biri veya yarısı kadar olurdu. Mesela cariye ve köle mevzularından hiç bahsedilmezdi. Şimdi hocaya sahip çıktım ya; yine birileri de onunla beraber beni de linçe tabi tutmak isteyeceklerdir ama umurumda değil. En azından ahde vefa gereği madem ki üzerimde hakkı var ben de elimden geleni yapmam gerektiğini düşündüm. Hoca beni dinden çıkarmadı aksine İslam'a inanma ve Allah'a iman etme gerekçemi bir mantığa oturtmamı sağlamıştır. Allah bu hocamdan da, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'den de razı olsun.
AKP Tokat milletvekili Av. Özlem Zengin aşağıdaki twit'i atmış.
Bu twit'de "Kadına seçme ve seçilme hakkını Atatürk vermiş ama biz kadın deyince başörtülü olanları kabul ettiğimiz için gerçek anlamda kadının seçilme hakkını 7 Haziran 2015 de Recep Tayyip Erdoğan ile elde ettiğimizi düşünüyoruz" anlamında bir ifadeyi içeriyor aslında. Kendisine sormak isterim, başörtüsü sadece sizlerin başında olunca mı bir anlam kazanıyor. Rahmetli Atatürk'ün annesi rahmetli Zübeyde Hanım da başörtülü bir kadındı, Atatürk gibi bir evlat doğurdu. Buna ne diyeceksiniz. Demek ki başı örtülü veya başı açık anaların çocuk doğurmuş olmalarından ziyade bu devlete ve millete nasıl bir evlat kazandırdıkları dır önemli olan. Allah'ın emri diyerek suiistimal ede ede bir türlü doymak bilmediğiniz başörtüsü açlığınız ne zaman sona erecek. İktidara yürümek için her şart altında elinize değnek yaptığınız bu enstrüman, önümüzdeki erken veya zamanında yapılacak ilk seçimde Allah'ın sopası olarak başınıza inecektir, bilesiniz. Milletin her ferdinin üzerinizdeki hak, hukuk, adalet; alın teri, adil paylaşım ve mazlumları zalimlere karşı koruma ve kollama sorumluluğunuzdan mütevellit mağduriyetler ortadayken; cumhuriyet tarihinin hatta Türk tarihinin en aşağılık hain bir yapılanması için yaptığınız kurumsal taşıyıcı anneliğinizin söndürdüğü ocaklarda acılar dinmemişken; hangi renkte, kaç fabrikanın üreteceği, kaç metre kumaştan dikilmiş kaç adet başörtüsü olursa olsun; günahlarınızın üzerini örtmek mümkün olamayacaktır bilesiniz.
Mehmet Soral
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.