DÜDÜKLÜ

duduklu

Seksenli ve doksanlı yıllarda İstanbul'un özellikle dış semtlerinde dehşet bir susuzluk sorunu vardı. Yetmişli yıllarda kavimler göçünü andırırcasına göç almaya başlayan İstanbul, plansız ve altyapısız bir şekilde gecekondulaşarak irileşiyordu.

Bu mahallelerin sakinleri memleketinde tutunamamış, rızkını "bir umut" diyerek "taşı toprağı altın" olan İstanbul'da aramaya gelen eğitim ve kültür seviyesi oldukça düşük, fakir ve ezilmiş insanlardan oluşuyordu. Hepsi namuslarına ve dinlerine düşkün insanlardı(ya da o dönemde Müge Anlı programları olmadığı için herkesi öyle sanıyorduk) ve siyasi tercihleri de dindar bilinen partilere yakındı.

O yıllarda, "Gurbet" olan İstanbul'un her dakika büyüyen bu kenar mahallelerinin elektrik, kanalizasyon ve su sorunu bir türlü çözülemiyordu. Çünkü kıt imkânlarla plan-proje nedir bilmeden yaptıkları ve ekseriyetle sıvasız evlerinin ruhsat, iskân gibi izinleri de yoktu. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama veya üç-beş günlük bayram tatili döneminde nice binalar dikildiğine bizzat şahidim…

Kontrolsüz ve altyapısız büyüyen bu mahallelerde su şebekesi zaten yoktu. Üzerine uzun süre yaşanan kuraklıklar da eklenince özellikle susuzluk can yakıyordu. Belediyeler haftanın belirli günlerinde tankerlerle su getirip mahalle meydanlarında dağıtırdı. Su tankeri geldiğini haber alan mahalleli kadınlar, önceden hazırladıkları bidonları kaptıkları gibi çoluk çocuk tankere koştururdu. Bazen kadın karakterli erkekler o kalabalığın arasına girse de erkekler çoğunlukla her şey bittikten sonra doldurulmuş olan bidonları eve taşımak için gelirdi.

Bir hışımla tankere koşturan kadınların birinci hedefi, tankerdeki hortumlardan birini tutabilmekti. Bir hortum yakalayan kadın önce kendi kaplarını sonra da samimi olduğu komşularının kaplarını doldururdu. İşte kıyamet o anda kopardı. Sıra bekleme bilinci, başkasının hakkına saygı kültürü ve paylaşma duygusu olmayan, adamcılığın, torpilciliğin, fırsatçılığın en alt kademesini temsil eden bu dindar, mütedeyyin kadınlar, bir hortum ucu yakalayabilmek için saç saça -baş başa kavgaya tutuşurdu. En galiz küfürler, en yakası-paçası açılmadık sözler burada sarf edilirdi. Etekler, gömlekler parçalanır, başörtüler yerlerde çiğnenirdi. Bu sırada sular bidonları doldurmak yerine boşa akıtılır ve birbirlerine sıkılırdı. Toprak zemin, bu hengâmede çamur deryasına döndüğü için ortamda bulunan herkes çamur ve balçık içinde kalırdı.

Kadınların yırtılmış, sırılsıklam ıslanmış ve çamura bulanmış kıyafetleri üzerlerine yapışır, normal zamanlarda dindarlık iddiasında bulunan bu kişilere hiç yakışmayacak görüntüler ortaya çıkardı.

Paylaşmayı ve karşısındakine saygı göstermeyi bilmeyen bu insanların sudan yere kavgaları sebebiyle bütün mahalleye yetecek olan suyun yarısı boşa dökülüp zayi olur, bu çirkefliğe bulaşmak istemeyen insanlar her zaman boş kaplarla eve dönerdi. Su alabilmiş olanlar ise abartısız yarısını çamurlanan kıyafetlerini temizlemek için tüketirdi. Yarın, daha sonraki yarın, daha daha sonraki yarın aynı döngü devam eder giderdi

Yaşadığım mahalle de böyle idi. Tanker şoförü bir defasında bu kepazeliği önlemek için kadınları sıraya dizip bidonları kendisi doldurmak için uğraşmıştı. Birbiriyle vahşice hortum kavgası eden iki kadın birlik olup şoförün başını yarmışlardı. Kanlar içinde kalan şoför, kimseye su vermeden geri gitmişti ve mahalleye bir hafta su gelmemişti. Bütün mahalle, yetkililer tarafından cezalandırılmıştık…

Şehir kontrolsüzce büyüyor, zaman su gibi akıyor fakat sular bir türlü akmıyordu…

Ne Bedrettin Dalan çözebilmişti İstanbul'un su sorununu ne de İSKİ Genel Müdürü tarafından arkasından bıçaklanan Nurettin Sözen…

Nüfus arttıkça çöp sorunu da çıkmaya başlamıştı…

İşte o yıllarda bu dindar insanların yaşadığı mahallelerde, dindar partiler İstanbul'un su ve çöp sorunlarını işliyor sokak sokak, ev ev geziyorlardı. Memleketinde tutunamayıp İstanbul'un bir kenarına ilişmiş fakir ve ezilmiş insanlara umut dağıtıyordu. Ki bu büyük bir şeydi, çünkü bu inanlarla şimdiye kadar kimse böyle iletişim kurmamıştı. Birileri bu mahallelerin meydanlarında ve kahvelerinde içinde bolca dini terimler geçen cümleler kurarak ateşli nutuklar atıyordu. Ve 1994 yerel seçimlerine bu şartlar altında gidildi. Siyaset dünyasından kimsenin şans vermediği ama İstanbul'un kenarına ilişmiş bu imarsız, iskânsız ve susuz mahalleleri arkasına almış olan birisi ortaya çıktı. Tabi o yıllarda demokrasi böyle üst düzey ve kaliteli yaşanmıyordu, daha ortalık malı bir şeydi. O yüzden siyaset erbabı, televizyonların canlı yayınında cesurca tartışırdı. En azılı rakipler bile birbirine hakaret etmeden fikrini beyan eder, projelerini açıklar, atışır, tartışır fakat kavga etmezdi.

O tartışma akşamlarının birinde başkan adaylarından İlhan Kesici, İstanbul'un göç ve alt yapı sorununu anlatıp imarsız, plansız gecekondu mahallelerini komple yıkarak daha modern ve yaşanabilir semtler yapacağını, buralardaki çocukların kaliteli eğitim alabilmesi için çabalayacağını açıkladı. Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul'un deprem riski taşıdığını ve daha dayanıklı binaların yapılması gerektiğini, başkan seçilirse bu konulara öncelik vereceğini söyledi.

İlhan Kesici haklıydı fakat toplumu ve özellikle günümüzde "varoş" tabir edilen o mahallelerde yaşayan insanları tanımıyordu. O insanları tanıyan ve dini kavramları çok iyi kullanarak duygularını okşamayı bilen aday hemen sert tepki gösterip fakir fukaranın, garip gurebanın kıt imkânlarla yapıp başını soktuğu bu evleri yıktırmayacağını hatta ruhsat ve iskân vereceğini söyledi. Bu aday, yine yanlış hatırlamıyorsam kendisinin de iskânsız bir binada oturduğunu hem de gururla söylemişti.

Seçimlere hayli zaman vardı ve ben o programda İBB'yi kimin kazanacağını gördüm. Çünkü sabahleyin bütün mahallede o adayın adı söyleniyor, kurulan cümlelerde üflesen başlarına yıkılacak olana evleri için ruhsat-iskân almak kelimeleri kullanılıyordu. Bu gözlemimi bizim teşkilatta arkadaşlarla paylaştığımda ciddiye alınmamış ve çok üzülmüştüm…

Benim verdiğim oy İlhan Kesici'nin İBB Başkanı olmasına yetmemiş ve gecekondulara iskân verecek olan dindar aday kazanmıştı.

Allah var İstanbul'un su ve çöp sorunu sıkı bir çalışma ile ortadan kalktı. Ve bu başarı diğer makamlara geçmek için itici güç oldu. Ama gecekondular, fakir mahalleler ortadan kalkmadı; kalkmak bir yana daha da çoğaldı, dere yataklarına bile inşaat izinleri verildi. Eğitim kalitesi de yükselmek bir yana daha da aşağı indi. Çünkü bu siyaset tarzına, dinini yaşamasa da dindarlığı önceleyen fakir ve eğitim seviyesi düşük kitleler oy veriyordu. Birkaç yıl önce bir bakan, "Eğitim seviyesi yükseldikçe partimize oy verme oranı düşüyor" diye dertlenirken bu zihniyeti temsil eden bir profesör, eğitimli, diplomalı kişilere nefret kusmuş ve cahilliği övmüştü.

Bunlar için sıra beklemek, paylaşmak, başkasının tercihine saygı duymak pek önemli değildi. Kendine aldığından bir parça da ona verse, işi düştüğünde sıranın başına geçirse yeterdi. Belki de ne kadar çok vatansever, milliyetçi ve dindar olduklarını söyleseler de zihinlerine yanlış şekilde kodlanmış olan "Devletin malı deniz yemeyen domuz"saçmalığını kutsarcasına devletin kesesinden bir torba erzak veya bir miktar kömür verirse baş tacıdır.

Bu iskânsız ve derme çatma binalara verilen izinlerin, dere yataklarına yaptırılan apartman görünümlü gecekonduların, imar barışlarının ceremesini yaşanan ilk deprem veya selde kendileri çektiği halde alan razı-veren razı durumundalar. Hatta kaderi ve kaderciliği yanlış anlamış olan bu insanların imar barışına soktukları binalarının bazıları deprem ve sel görmeden kendi kendine yıkılsa bile önemli değil, yeter ki inançları konusunda olumsuz söz söylemeyin…

Bu insanların seksenli ve doksanlı yıllardaki davranış şekillerini bir yere kadar anlayabiliyorum. Köyden henüz çıkıp ilk defa geldikleri İstanbul "gurbet" idi ve gurbette tutunma mücadelesi veriyorlardı. İçlerinden "Yeneceğim seni İstanbul!" diye haykırıyorlardı. Duyguları arabeskti, ifadeleri arabeskti, müzikleri arabeskti…

Ya da günümüz tabiriyle varoştu...

Yazık ki o varoşluk, eğitimsizlerin, eğitimsizliğin, cehaletin kutsandığı, liyakatin ve ehliyetin para etmediği günümüzde ülke geneline yayıldı

Otobüs veya metrobüs durağında siz sıra beklerken etrafındakilere omuz ata ata gelip önünüze geçiyor. Kapının önüne kapaklanıp giriş çıkışı engelliyor, nasıl olsa kendisi araca bindi; geride kalanların canı cehenneme. Koltuğa oturup iki kişilik yer kaplıyor veya bacaklarını açarak çirkin bir görüntü sergiliyor.

Bulunduğunuz ortamda veya kaldırımda yürürken cep telefonu ile bağıra çağıra konuşuyor. Kimseden utanmadan sıkılmadan küfürler savunuyor. Bir tanıdığa rastladıysa gelen geçeni engelleme pahasına yolun ortasında durup muhabbete başlıyor.

Kırmızı ışıkta basıp geçiyor, siz bekliyorsanız devamlı korna çalıp taciz ediyor.

Telefonda arayan kendisi olduğu halde kendisini tanıtmak yerine ya "kimsin?" diye soruyor ya da "beni tanıdın mı?" diyor.

Bu kadar televizyon, gazete, kitap, internet imkânı varken iki satır okumadığı için sözüm ona şıhların etkisinden çıkamadığından hâlâ Osmanlı padişahlarını öz dedesi sanıyor ve sizi buna ısrarla etmeye çalışıyor. Harf devrimiyle dilimizin Arapça'dan Türkçe'ye çevrildiğini sanıp eskiden herkesin Arapça konuştuğunu ve Kur'anı okuyup anladığını, harf devrimiyle bu yeteneğimizin elimizden alındığını iddia ediyor. Arap kıyafeti giymeyi, Arap gibi el ile yemek yemeyi İslam'ın farzından sanıyor.

Öyle ki, mitingde kafasına çay paketi isabet eden kişi kendini kutsanmış hissediyor…

Elbette istisnalar kaideyi bozmaz ve inancını hakkıyla yaşamaya çalışanlar başımızın tacıdır. Fakat dindarlığı, başı örtülülüğü kendine bayrak yapanların ekseriyeti, düğün vb olduğunda başı açık olduğu için cehennemlik damgası vurdukları kadınların bile giyemeyeceği tuhaf tüllü- dantelli ve vücudu sımsıkı saran kıyafetler giyip göbek atabiliyorlar…

Yedikleri çekirdeklerin kabuklarını ortalığa saçıyorlar, gittikleri piknik alanlarını çöplüğe çevirip dönüyorlar. Milyonluk araçlara binip yola su şişesi, karton bardak vs atıyorlar…

Yıl 2020 olmuş, seksen ve doksanlarda varoş mahallelerde su tankeri önünde saç saça yaşanan kavgalar yok ama aynı düşünce ve inanç dünyası içinde bulunanlara hitap edip ucuz ürünler satan markette dandik bir düdüklü tencere için saç saça kavga var. Yine örtüler açılmış, saçlar dağılmış, küfürler edilmiş. Ama yine çok inançlılar, çok Müslümanlar. Evet, zaman ve mekân farkı sizi yanıltmasın, dün su tankeri önünde kavga edenler de, bugün markette tencere kavgası edenler de aynı dünyanın, aynı fikir mahallesinin, aynı kültür çıkmazının insanları…

O günden bu güne eğitim ve kültür alanında bir adım ileri atılamamış ama bir fark var; su kavgasından düdüklü tencere kavgasına terfi etmişler.

Bir de geçmişte eziliyorlardı, günümüzde her türlü eziyorlar, bezdiriyorlar, sindiriyorlar…

İstanbul'u yenmekle kalmadılar Türkiye'yi de yendiler, sırada Türklüğü düdüklüye koymak var…

07.10 2020

https://www.youtube.com/watch?v=A4HZb0cDdFw

×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

Matem tutanın ağıtı
HAY SİZİN MUHALEFETİNİZE

İlgili İletiler

 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin