İSLAMCILIK VE TÜKETİM KÜLTÜRÜ
İslamcılığın iddiası şuydu; Kapitalizm parayı insanoğlu için tek ve biricik değer haline getirmiştir. Komünizm ise insanın manevi yanını yok edip onu maddeci dünya görüşünün kölesi olarak insanlıktan çıkartmıştır. Nihayet islamcılık bu iki sisteme alternatif bir düzen iddiasıyla ortaya çıkmıştı.
Modern çağların iki ekonomik sistemine alternatif oldukları iddiası sağlam bir temele dayanmıyordu. Ne kapitalist sistemde ortaya çıkan mülkiyetin eşit dağılımı sorununa ne sosyalist rejimlerde beliren gücün eşit dağılımı sorununa ne de merkezileştirilmiş ekonomik modellerin çağımızın aşırı çeşitlenmiş üretimi kontrol edemeyişi üzerine çözüm önerileri yoktu. Zaten islamcılığın ortaya çıktığı ülkelerin hiçbirisi gelişmiş bir ülke değildi. Dolayısıyla gelişmiş toplumların devlet karşısındaki hukuki ve ekonomik taleplerinden bihaberdiler.
Modern toplumlara has üretim ve hukuki beklentilerden bihaber olmaları hasebiyle alternatif olduğunu iddia ettikleri sistemlerinin çerçevesini vicdan, ahlak ve maneviyat gibi muğlak bir zemine oturttular. Sıkıştıkları her noktada Allahı göreve çağırdılar. Allahın şahitliğinden haklılık devşirdiler.
Ölçülememesi nedeniyle maneviyata o kadar vurgu yaptılar ki halk bunları iktidara taşırken paranın ve materyalist fikirlerin yerine ahlakın ve manevi değerlerin üzerinde yükselecek bambaşka bir toplum tasavvurunun hakim olacağına inanmıştı.
Anlattıkları her şey fantaziydi. Gerçekle fantazi arasındaki kalın çizgiyi taammüden ortadan kaldırıyor ve yarattıkları kurgusal tarihi satıyorlardı. Donanımsızlardı. Bilimsel bir temelden ziyade batı karşısındaki geri kalmışlığın beslediği aşağılık kompleksinin ürünüydüler.
Kapitalist toplumlarda baş gösteren mülkiyetin eşit dağılımı sorununa da komünist sistemlerde ortaya çıkan gücün eşit dağılımı sorununa da bir çözümleri yoktu. İktidara gelir gelmez kurdukları düzende hem mülkiyetin adil dağılımı sorununu derinleştirdiler hem de uçsuz bucaksız bir güç istenciyle modern çağlarda kabul edilemez otoriteryanizme saptılar.
Egoları, iddiaları ve bilgileri arasındaki makas o denli açıktı ki bulundukları ülkelerde toplumsal bir yıkıma yol açmadan iktidarlarına devam etmeleri imkansızdı. İran'da köklü bir medeniyetin izlerini yok ettiler. Kurdukları nizam dinci elitin yolsuzluklarının sorgulanamadığı, yoksul aile kızlarının muta nikahıyla zengin islamcı burjuvaya fahişelik yaptığı korkunç bir sömürü düzeni oldu.
Özgüven eksiklikleri nedeniyle iktidara geldikleri her ülkede önce hukuku dejenere edip otoriter rejimlerle güçlerini pekiştirdiler. Ahlaki düzlemde şatafat ve pespaye bir tüketim kültürüne savruldular.
Eleştirdikleri materyalistler dünya malı konusunda asla bunlar gibi tamahkar değillerdi. Zaten hayatı ve gerçekliği açıklamaya dair bir felsefe olan materyalizmi dünya malına tapmak şeklinde bir maddiyatçılık sanmaları da en büyük yanlışlarından biriydi. Oysa materyalizm insan bilinci dahil bildiğimiz her şeyin madde ve maddenin etkileşimleri sonucu ortaya çıktığını öne sürüp doğa dışında metafizik hiçbir müdahaleyi kabul etmeyen bir dünya görüşünden ibaretti.
Maddiyatçılık ise mülkiyetin, tüketimin hayatın anlamı olarak içselleştirildiği garip bir dünya anlayışına tekabül eder. İslamcı düzende maneviyat bir fantazi olarak kalırken 50 bin USD değerinde çantanın bu dünya görüşünün tezahürü olduğu açıktır.
Artık reklamların ezanlar, AVM lerin ibadethaneler, alışverişin ibadet ve paranın gerçekten iman edilen tek tanrı yerine geçtiği korkunç bir distopik dünyadayız. İslamcıların üçüncü yolu işte budur.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.