ÖLMEYE YATMAK

Resim2

Bu platformda, bende iz bırakan, hayata dair görüş ve düşüncelerimi zenginleştiren, değiştiren ve geliştiren bazı kitapları hem kendim için hem de benimle birlikte bir kişiye bile bir şeyler katarsa, okumadıysa okumak isterse; diye düşünerek paylaşıyorum. Ne de olsa söz uçar, yazı kalır. Benden farklı düşünüyorsa bir de bu açıdan bakar. Ben de öyle yapıyorum çünkü.

Adalet Ağaoğlu, uzun yıllar birçok tiyatro eseri, şiir, deneme yazan bir yazar. "Ölmeye Yatmak" Dar Zamanlar üçlemesinin birinci kitabı.

Atatürk'ün ölümünden sonra, 1938-1960 yılları arasında değişen ve gelişen, kitapta çokça kullanılan tabiriyle "modernleşme" sürecinde olan Türkiye Cumhuriyeti'nin bu sürece uyum sağlamaya çalışma sancıları ve çabaları… Sürece uyum sağlayanlar, uyum sağlamaya çalışanlar, uyum sağladığını sananlar ve direnenler…

Eğitim ve kültürel gelişimin aile ve toplum yapısında meydana getirdiği değişiklikler, ana karakter Aysel ve ailesi, Aysel'in ilkokuldan arkadaşları olan Aydın, Ali, Ertürk, Sevil ve Dündar Öğretmen üzerinden anlatılıyor.

Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nde olması gereken kadın profili ile var olmaya çalışan bir Aysel, bir de toplumun üzerinde oluşturduğu baskıdan dolayı duygu ve davranışları çelişen Aysel var. Akademisyen bir yetişkin olduğunda bile bu çelişkiden kurtulamadığı için özgürleşmek adına aslında hiç de doğru bulmadığı halde üniversiteden bir öğrencisiyle bir ilişki yaşar, bu durumun verdiği vicdan azabıyla ilaç içerek kendi tabiriyle ölmeye yatar. Öyle çelişkiler içindedir ki, otel odasındaki yatağa yatarken üzerindeki her şeyi çıkararak son bir baş kaldırı davranışı daha gösterir.

1saat 27dakikalık bir süre içinde Aysel ölümü beklerken bütün hayatını geriye dönüşlerle gözden geçirir.

Hayatında yer alan karakterler; ailesi, komşuları, arkadaşları o kadar tanıdık, olaylar o kadar gerçektir ki mekanlara ve karakterlere hemen birer görüntü verebiliyorsunuz. Bir Ankara romanı olduğu için özellikle Ankara'yı bilen okurlar için mekanlar çok tanıdık. Gerçekten yaşanmışlık hissi veriyor. 1940'ların siyah beyaz fotoğraf karelerindeki Ankara görüntüsüyle okuyor insan.

2. Dünya savaşı dünyayı kasıp kavururken, bize olan yansımaları, karneli yiyecek, varlık vergisi yılları.

"Bay-bayan" tabirlerinin yeni yeni kullanılmaya başlandığı, aile içinde ve yakın arkadaşlarla bile "sizli-bizli" konuşmaya çalışma özentileri… Kavramların Türkçeleştirilmeye çalışılması ve bunu yaparken yaşanan absürtlükler.

Kız çocuklarının da erkek çocuklar kadar eğitim haklarının yaygınlaştırılmaya çalışıldığı yıllar. Bunun için Dündar Öğretmen tiplemesinde köy enstitülülerin verdiği mücadeleler.

Dünyada Hitler, Mussolini fırtınası eserken, bizde de Nihal Atsız, Nazım rüzgarları esmektedir. Sağ-sol kavramları açıkça geçmiyor, daha çok ülkücülük ve komünizm kavramları kullanılıyor. Ülkücülerle solcuların birbirlerine karşı cephe almaya başladığı yıllar.

Dünya alev almış yanıyor. Hiroşima ve Nagazaki bombalanmış. Bir yanda alev alev yanan dünya, öte yanda "Alevlerin ortasındaki gül bahçesinde yaşayanlar." Başka bir yanda da bu gül bahçesinin dikenlerini görüp karanlığa ışık olmaya çalışanlar. İşte Köy enstitüleri bizdeki bu aydınlanma meşalesini taşıyor. Ama ne yazık ki bu durumdan rahatsız olanlar tarafından o ışık söndürülüyor.

Aysel, okumak ve gerçek bir cumhuriyet kadını olmak için verdiği mücadeleden hiç vazgeçmiyor. Ama toplum içindeki davranışlarında geleneksellik ve modernlik arasındaki gelgitlerden de kurtulamıyor. Bu hep sürüyor, ta ki kustuğu için ölemeyeceğini anlayıp giyinip otelden ayrılıncaya kadar… Verdiği son kararla bütün tabuları yıkmış ve özgürleşmiştir artık.

Kitabı bitirip üzerinde düşününce daha önce birçok kez farklı kaynaklardan edindiğim bilgileri bir anlamda tekrar edip, doğrulamış oldum.

Cumhuriyetin ilk on beş yılından ilk darbesine kadar geçen 22 yıllık zaman dilimindeki Türkiye Cumhuriyetinin siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel değişimini, bazen ironik bir dille, bazen ima yoluyla, bazen de açık bir şekilde farklı bir üslup ve kurguyla okudum. 10 yılda 15 milyon genç yaratılan Türkiye Cumhuriyetinin ardından savaşa fiilen girmemiş olsak bile biraz 2. Dünya Savaşı koşulları sebebiyle, biraz çok partili hayata geçişte yaşananlar ve dönen dolapların sonuçlarını bir kez daha gördüm.

Örneğin; Churchill'in adına istinaden "çörçil lastikleri" General Montgomery'nin adını taşıyan bugün "mont" dediğimiz "montgomery" ceketler, Rosevelt postallarının ülkemize girmesinin sebebi ve sonuçlarını satır aralarına yazar çok güzel yerleştirmiş. Emperyal güçler 2. Dünya Savaşı'ndan kalan araba lastiklerini, çadır bezlerini dönüştürüp değerlendiriyor ve bizim gibi ülkelere hem de "iyilik" adı altında gönderiyor. Çünkü ülkelerin kendi ürününü değerlendirmesi yerine kendine bağımlı hale getirmek işlerine geliyor. Bugün had safhada yaşadığımız durum o yıllarda başlıyor işte.Bir dönem "bayram" olarak kutlanan 27 Mayıs 1960 İhtilaline nasıl gelindiğini de böylece anlamış oluyoruz.

"Ölmeye Yatmak" yazarın ilk romanı olmasına rağmen tam bir ustalık eseri. 

×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

Osman Karatay’ın Büyük Türkçülüğü
BİR FOTOĞRAF VE DÜŞÜNCELERİMİZ

İlgili İletiler

 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin