YER SOFRASI
İnsanoğlu bir tuhaftır. Genel olarak ilerlemek, daha iyiye ulaşmak için çabalasa da, en güncel teknolojik imkanlara sahipken eskiye yönelik bir özlem yaşar.
Buna özlem demek doğru mudur bilmem, ama bir tür hasret söz konusu olmasa da, o an yaşadığı hoş bir durumun eski halini andığında, gönlü ve aklı eskilere, mazide yaşanmışlara gider ve içini buruk bir his kaplar.
Örneğin günümüzde yıllara malolmuş, sevdiğimiz sanatçıların en güncel teknoloji ile temizlenmiş ve CD kalitesine aktarılmış eserlerini dinlerken bile, aklımıza aynı eseri hışırtılı, bir yerinde çizik olduğu için atlayan taş plaklardan dinlediğimiz günler gelir.
Aslında o an burnumuzun ucunu sızlatan sanatçının sesi, eserin kayıt kalitesi değildir, dinlediğimiz şarkı ile bağdaştırdımız bir anı, hayatımızda geçmişte bıraktığımız bir zaman dilimi veya belki de artık toprak olmuş sevdiklerimizdir.
Bende vardır öyle anılar.
Çocukluğumda Devgeriş'ten Samsun'a merkeze doğru giderken dolmuş geciktiği için Sahil yoluna yürüyerek inerdik.
Sonbaharın kışa döndüğü mevsimde dolmuş geciktiği için, Annem, babam ve öğretmen arkadaşları, Zekiye teyzemin oğulları Ahmet ve Vural ile beraber, kaban ve el örgüsü kaşkollara bürünmüş olarak Karadenizin sert rüzgarında yürüyerek indiğimiz günleri tekrar yaşayabilmek için dünyanın servetini feda ederdim.
Bugün içi tam istediğiniz sıcaklığa ayarlanan klimalı bir arabada bir yerden bir yere varmak çok daha rahat olsa da, o şartlarda o yürüyüşleri özlüyorum.
Örnekler çoğaltılabilir.
Mesela artık şehirlerde ve bir çok kırsal kesimde bile çoğunlukla evlerde doğal gaz bağlıdır. Ve muhakkak ki bu dışardan odun alıp soba yakmaktan çok daha rahat ve güvenlidir. Ama zemheri soğuğunda, Samsun'un yokuşları buzdan yürünmez hale gelmişken dışarıdan soba yanan bir odaya girmenin güzelliğini dünyanın en modern kaloriferi veremez.
Havadaki o odun kokusunu, girince o sıcağın sizi birden çarpması, zamanla üşümüş vücudunuzun sobaya yakın yanında başlayarak ısınırken tüm bedeninize yayılan o karıncalanma hissi ve oturdukça artan, sıcağın verdiği mayhoşluk... Ama odada modern, lüks koltuklar falan olmayacak. Duvarlarda sedirler, odanın yeri tahta, üstüne kilim, tahta kollu sünger koltuk...
Türk toplumunun ortak değerleri, ortak hafızası vardır. Eminim verdiğim bu iki örneği belki hayatında Samsun'a hiç gitmemiş bir insan bile anlayabilir. Çünkü başka bir yerde belki bir kaç sene farkla başka bir zamanda benzer anılar vardır; Bilir benim anlattıklarımda yaşadığım hissi.
Bu değerler, bu ortak hatıralar dilimize kadar işlemiştir. Örneğin ‚Aynı tasa kaşık sallamak' gibi bir deyim vardır. Tabii ki tıbbi açıdan değerlendirildiğinde doğru değildir… Ama her ne kadar bilimsel yönden yanlış olsada insanlar arasında olan samimiyeti, bağlılığı, güveni, sevgiyi ve muhabbeti ifade eder.
Ortak hafızamızda bulunan ve samimiyeti ve bağlılığı ifade eden bir diğer ortak değerimiz de yer sofrasıdır.
Kendi yaşamayan da en azından Yeşilçam filimlerinden tanır.
Ben çocukluğumdan hatırlıyorum. Bizde yere sini falan konmazdı. Artı şeklinde birbirine eklenmiş tahtalar üzerinde yuvarlak tahtadan soframız vardı, yanılmıyorsam lügatta 'yastığaç' diye geçiyor ama bizde sadece 'sofra' denirdi ona. Babaannem, annem, halalarım onda hamur açarlardı. Hamur açmak haricinde de 'sofra' olarak kullanılırdı. Çocukken bağdaş kurunca bacaklarımızı boşluğuna sokabilecek kadar küçükmüşüz. Yetişkinler ya kenarına bağdaş kurarlardı, ya yanına diz kırarak otururlardı. Üstüne bezden masa örtüsü serilirdi. Ben hatırlamıyorum ama büyükler anlatır; zor dönemlerde de gazete kağıdı masa örtüsü olarak kullanılırmış.
Tüm aile bir arada... Rızkımız neyse... Şimdi düşünüyorum da, o sofraları ne bollukla, ne de kıtlıkla hatırlıyorum. Tek aklımda kalan dertlerden anlamayacağım kadar uzak yaşımda, iyi günde de kötü günde de o sofrada hakim olan sevgi, muhabbet ve samimiyet.
Odun sobasının sıcaklığı ile yarışabilecek anım o sofraya ait.
Şimdi bakıyorum da, hatırladığımızda burnumuzu sızlatan, millet olarak, toplum olarak, camia olarak ortak hafızamıza, ortak değerlerimize ait ne kadar anı varsa, hepsinin üzerine kirli gölge düşürdüler.
Kendi amaçlarına, kendi çıkar ve menfaatlerine kullanmak için suistimal ettiler.
İlk önce tarihimizle başladılar.
Yalanlayarak, saptırarak, aslı astarı olamayan bir alternatif tarih uydurarak, doğrusu ve yanlışı ile bizim olanı çarptırdılar.
Yanlışlardan ders almamızı, doğrularıyla gurur duymamızı çok gördüler.
Sonra Cumhuriyetimizi ve Anka Kuşu gibi yanan toprağın küllerinden bize yeni bir vatan hediye eden komutanı, silah arkadaşını ve askerleri hedef aldılar.
İftira atabildiklerine iftira attılar, dünyayı die getirmiş komutanlara ayyaşlığı layık gördüler, iftira atamadıklarının başarısını küçümsediler.
Gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Biz hala soğuktan sobalı odalara sığınmanın mayhoşluğunu yaşarken bir de baktık ki 'dindar bacılarımız' 'başörtüsü için' polislerle greko-romen güreş tutmuşlar. Fark etmedik, biz gerek inancımız gerekse demokratik değerler açısından olaya bakarken onlar baş örtüsünü suistimal ettiler.
Ziya Gökalp'e ait olmayan, başkasından çaldıkları şiirleri, edebiyatımızı, sanatımızı kullandılar.
Ve bir de mağduriyet yarattılar bunu yaparken. Kimse suistimal edilen değerlerimize bakmadı. Bilmeden, görmeden, analamadan 'vah vah' dedik.
Kömürleri ile sobalarımza is düştü, makarnaları ile soframızda bereket kalmadı.
Şehitlerimizi, anılarını kullanmaktan bile çekinmediler.
Mustafa'mızın son sözlerini kendi zihniyetlerine göre değiştirip okurken döktükleri timsah gözyaşları ile kandırdılar.
Ve elbette en önemli ortak manevi değerlerimizden biri olan dinimizi de es geçmediler.
Çünkü ‚din' kendi ezikliklerini örtbas etmek için ihtiyaç duydukları ajitasyona en uygun zemindi.
Ahlaki zaaflarını, yani kendi ahlaksızlıklarını dinci şekilciliğe saklayarak, kendilerini Yaradan ve kulları arasına konumlandırdılar.
Tanrı'nın kelamını haşa 'makara'ya bağlayarak, Kur'an-ı Kerim'i seçim mitinlerine siyasi mezhe yaparak inancımızı suistimal ettiler.
Ve sonunda milletçe 'peygamber ocağı' diye bildiğimiz, öz yavrularımızı emanet ettiğimiz, orduyu da kullanmayı başardılar.
Asırlar süren karalamalardan sonra kendileri zihniyetlerini orduya soktular ve sonra gariban, 18'lik erleri dünyanın gözü önünde dövdüler, linç ettiler.
Askerden sonra sıra milletimizin egemenliğine geldi.
Kendileri mutlak beşeri güce ulaşmak için egemenliği milletin elinden alırken bir de dönerle, ayranla, halayla millete nöbet tutturdular, bayram yaptırdılar.
Demokrasi ve hukukun özü gitti. Geriye kalan içi boşaltılmış kavram ve kurumları kendilerine alet ettiler.
Bütün bunları gözlerini kırpmadan, zerre tereddüt etmeden yaptılar.
Çünkü kendi kutsalı olmayanın başkasının maneviyatına, kutsalına saygısı asla olmaz.
Ve şimdi bakıyorum,
her şey bitmiş, her şey tükenmiş ki, sıra yer sofrasına gelmiş.
Hepimizin bir anısı olan, anısı yoksa bile bir yuva sıcaklığı ile bağdaştırabileceğimiz, yalın, saf yer sofrasına…
Yer sofrasında otururken resimler, yayımlanıyor.
Güya bizimle yoksulluğumuzu paylaşıyorlar.
Ama aslında zenginliklerini paylaşmamak için yer soframızı suistimal ediyorlar.
Artık maziye dönük tatlı acı tür gülümseme ile hatırlarken yüreğimize en az bin acı saplanmayan bir anı, bir değer, bir hatıra kalmadı.
Gönül rahatlığı ile aynı çoşkuya sevinememek, aynı acıya ağlamamak, ortak hafıza ve değerlere sahip olmamaktan daha büyük hangi felaket gelebilir bir milletin başına?
Mehmet Alp
15 Nisan 2021
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.