KAN KAYBI
,Bu yazının konusu "güven". İyi bir ailenin temel yapı taşlarından. İyi bir dostluğun, iyi bir ekibin, iyi bir işletmenin,iyi bir kurumun ya da kuruluşun da yapı taşı tabii ki. Ya devletin? Devletin yapı taşlarından biri değil midir? Toplumun en küçük birimi iki bireyin birbirine duyduğu güven temeli üzerine kuruluyorsa, en büyük birimi nasıl güven üzerine kurulmasın ki?
En karanlık günlerinde insanın sırtını yaslayabileceği, iyi ki var diyebileceği dostlukların mayasında yok mudur güven? Vardır elbet. Peki güvensizlik ortamında ne vardır? Birbirine şüpheyle bakan, sır vermekten, yardım istemekten, yardım etmekten çekinen, sürekli etrafını kollayan, diken üstünde yaşayan insanlar ve bu insanların yarattığı kaotik ortam.
Şu sıralarda en çok duyduğumuz kavramlardan biri piyasalardaki güvensizlik. Yarın hangi temel ürüne ne kadar zam gelecek, alın teri ile kenarda biriktirdiğim üç beş kuruş para, yarın da üç beş kuruşta kalabilecek mi? Bugün maaşımla 10 birim ürün alabiliyorken, yarın aynı maaşımla kaç birim ürün alabileceğim? Bir sürü soru, her günün bir sonraki günden daha kârlı olduğu bir dönem.
Yazıyı yazma fikri, şubat ayında yaşadığımız depremlerin şokunu henüz atlatamamışken, Kızılay'ın çadır satma olayının duyulması sonrasında kan stoklarında yaşanan sıkıntı ile aklıma geldi. Güvenin ne kadar hayati bir his olduğunu bir kez daha anladım bu vesileyle.
Kızılay çadırı ve devlet baba
Dinar Depremi yaşandığında bölgeye çok yakın bir ilçedeydik. Depremin yıkıcılığından değil, fakat sarsıntısından biz de epey etkilenmiştik. Çocuktum. Yani dünyanın iyilik üzerine kurulduğunu düşündüğüm masum zamanlarımdaydım. Deprem bölgesini önce televizyondan gördük. Bir akrabamızın enkaz altından çıkarılışını da. Depremin hemen sonrasında etrafta kurulmuş, göğe doğru uzanan prizma şeklindeki, bembeyaz çadırların üzerindeki hilali ve Kızılay yazılı, hilal logolu kahverengi battaniyeleri ilk defa görmüştüm. Çocuk aklımla devletin sıcak elini, baba şefkatini bu çadır ve battaniyelerle kodlamıştım kafamda. Evet, benim gözümde devlet oradaydı ve bütün milletin kalbi orada atıyordu. Henüz bu kadar ayrıştırılmamıştık ya da dedim ya ben çocuktum ve öyle sanıyordum.
Sonra Düzce Depremini gördük. Yine yüreğimiz o acıyla kavrulmuştu. Haberleri henüz "devletin" televizyonu TRT'den alıyor ve güveniyorduk. Devletin askerinin, polisinin, sağlık personelinin, AKUT gibi sivil toplum kuruluşlarının cansiperane mücadelesini görünce güven hissedebiliyorduk. Ve tabii ki Kızılay'ın çadırını, sıcak çorbasını, battaniyesini de…
Aradan yıllar geçti. Bu günlere geldik. AKUT tasfiye edildi, yerine koordinasyonunu bir türlü anlayamadığımız AFAD kuruldu. Askere afet durumunda kimseden emir almaksızın müdahale edebilme yetkisi veren EMASYA Protokolü kaldırıldı. Jandarma İç İşleri'ne bağlandı. Tüm kurumların başına iktidara yakın ya da partili isimler getirildi. Kızılay da bunlardan biriydi. Ya medya? Ya gözbebeğimiz TRT? 21 yıl içinde Devletin değil mevcut hükümetin kanalı olunca bir propaganda kanalına dönüşmedi mi? Dönüştü ve güvenerek haber alabileceğimiz bir kaynaktan her söylenenden şüphe edeceğimiz bir kanala dönüştü.
Beton cennetinde cehennemi yaşamak
Ülkemiz hızla beton cennetine dönerken, iktidara yakın inşaat firmalarının cepleri de aynı hızla dolmaya başladı. Vatandaş, düzenlenen kampanyalarla varını yoğunu verip huzur içinde yaşayabileceği bir daire almanın derdinde idi. Bilimi hiçbir zaman hayatımızın ortasına alıp yaşamımızı ona göre şekillendirmediğimizden, bilim insanlarımızın seslenişlerine pek aldırmadık. Devletimiz fay hattı üzerinde yapılanmaya izin verdi, vatandaş da ev yaptırdı, ev aldı. Bazı belediyeler kaçak yapıları "cüzi" miktarda harç ile ruhsatlandırdı.
Ee ne demişler "Balık baştan kokar!". Tepeden başlayan bozulma aşağıdaki en küçük birime kadar indi. Devlet imar affıyla kaçak yapılaşmayı affedebiliyorsa Anadolu'nun bir köşesinde bir Belediye başkanı bunu yapıp "hakkını almış" çok mu!? Ve sonuç ortada: Beton cennetinde cehennemi yaşadık.
Eğitilmiş kadroların hızla kurumlardan uzaklaştırılması, en küçük müdahale için bile en büyük makamların onayına ihtiyaç duyulması devlet işleyişinin bozulduğunun en bariz örneklerinden biriydi. Nitekim şubat ayında yaşadığımız depremlerde geç gelen müdahale emirleri ve koordinasyon bozukluğu yüzünden kaç canımızı kaybettiğimizi hâlâ bilmiyoruz. Bu durumu dile getirenleri hükûmet yetkilileri hainlikle bile suçladı.
Tüm bunların sonucuna baktığımda, vatandaşın güveninin sarsılması kaçınılmazdır herhalde.
Peki, vatandaşın güveninin sarsılması neye yol açar? Kan kaybına yol açar. Açtı da nitekim. Depremin ilk günü Kızılay şubeleri barış için gelenlerle hıncahınç yediden yetmişe insanla dolarken, yaşanan skandallar sonrası vatandaş Kızılay'ın çağrılarına cevap vermez hâle geldi.
Hepimizin bir gün ihtiyaç duyabileceği kan ve ilik gibi hayatî ihtiyaçlar Kızılay'a yapılan bağışlarla karşılanıyor. Yapılan tüm yanlışlar işte böyle "kan kaybına" yol açtı. Olan hastanelerde şifa bekleyen vatandaşa ve ihtiyaç sahiplerine oldu yine.
Her şeye rağmen bir gün bu hükümranlıkların biteceğine inanan biri olarak diyorum ki "devlet de bizimdir, Kızılay da TRT de ve diğer kurumlar da. Bu misafirlik bittiğinde yeniden güven duyabileceğimiz kurumlara dönüşeceklerdir. Bu yüzden naçizane tavsiyem vazgeçmeyin, imama kızıp abdest bozmayın, en azından şifa bekleyen insanların hatırına Kızılay'ı talancılara bırakmayın ve kurumlarımızı gözden çıkarmayın."
Sevgi ve güven ile kalın…
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.