Politik Doğruculuk ve Woke Kültürü İle Mücadele
Önceleri, politik doğruculuk dediğimizde 90'ların ABD'sinde üniversitelerdeki dilin kullanımına yönelik artan bir tepki ifade ediliyordu. Yalnızca 90'larda değil elbette, kitle iletişim araştırmalarının giderek medyayla ne yapılacağıyla değil de izleyicinin medyayla ne yaptığının sorulmaya başlanması, örgütlerin ve şirketlerin kurumsal stratejilerinde değişiklik yaparak daha insani yaklaşımlar geliştirmesi, yaşanan ikinci dünya savaşının yarattığı paranoya, 60 ve 70'lerde genişleyen öğrenci hareketleri ve politik mücadele ortamı 70'ler ve 80'lerde kültürel alana dönük bir ivmelenme başlatmıştı. Anlayacağınız, her şey giderek toplumsallaşıyor ve halkın bir aktör olarak yeri gerek ulusal gerekse ulusal ortamda daha fazla güç ve saygınlık kazanıyordu. Emir yağdıran ve bunu alacaksın diye bastıran reklam kampanyaları bile artık daha yumuşak bir dil kullanıyor ve müşteri çekmenin daha iknaya dayalı yollarını geliştiriyordu. Yine bu tarihlerde iletişim ve sosyoloji araştırmaları da kültürel çalışmalarla sıkıca ilgileniyordu ve postmodernizmin de kuvvetlendirdiği kimlik, kültür, dil, azınlıklar, marjinal gruplar ve politika da buna göre şekillenir hale gelmişti. Eh, geçmişten beri süregelen liberal demokrasi krizi de bunun cabasıydı. Artık demokrasinin ne biçimde işleyeceği ve nasıl olması gerektiği hakkında teoriler daha fazla tartışılmaya başlanmışken, çoğulculuk fikirleri de havada uçuşuyordu. Elbette çoğulculuk, çoğunluğun yetki ve söz hakkının paylaştırılması ya da azınlıkların ve marjinallerin kendini daha güçlü duyurabilmesi demekti. Herkesi kapsayacak bir demokrasi düşlüyorduk. Peki öyle mi oldu ve politik doğruculuk bize bu yolda katkı mı sundu?
Politik doğruculuk başlarda daha zararsız ve bugün de benimsediğimiz kimi hassasiyetlerin yaygınlaşmasında kayda değer bir etki bıraktı. Belli bir grubu, belli bir kitleyi özellikle gücendirecek davranışlara yönelik tepki sertleşiyor, hassasiyetler artıyor, radikal, ırkçı ve cinsiyetçi söylemlerin terk edilmesi için önemli bir baskı oluşturuyordu. Ancak hoşgörü ortamını kuvvetlendireceği, azınlıklara daha rahat ve özgür bir dünya yaratacağı kanısının ardında belki de ortaya koyanların bile öngöremediği bir çılgınlık potansiyeli yatıyordu. Çoğunluğun belirleyici söylemleri, ideolojisi ve iktidarı içinde kendi kimliğini ve varlığını ortaya koymaya, onu savunmaya çalışan azınlıklar nasıl oldu da son 10-15 yılda tahakkümü tersine inşa etmeyi başardılar?
Bunun pek çok toplumsal, ekonomik ve sosyolojik belirleyicisi olması yanında, çoğunluğun eziklik kılığına giren narsisizminin de yattığını görmek pek de zor değil. Azınlıkları, marjinalleri, LGBTİ bireyleri ya da farklı kültürleri olumlu ya da olumsuz şekilde taklit edemez, onlar hakkında konuşamaz ve onları eleştiremezsiniz. Çünkü bu çok "ofansif" ve "gücendiricidir". Onlar, bir grup "güçlü" çoğunluk tarafından "korunmaktadırlar". Bu koruma güdüsünün ardında da bir üstünlük psikolojisinin yattığını görmemek neredeyse mümkün değildir. Halbuki bugün, azınlığın tahakkümünden bahsetmek çoğunluğun iktidarından bahsetmekten daha da meşru hale gelmiştir. Çünkü bugünün tekelci uluslararası şirketleri, sivil toplum kuruluşları, ulusal ve uluslararası çapta faaliyet gösteren medya şirketleri, çoğulculuk ve ifade özgürlüğü gibi kavramların sığınağından her tür eleştiriyi ve argümanı faşizan ve hoşgörüsüz olmakla itham edebilirler. Tek bir gerçekliğin ve tek bir sesin olmadığı yönündeki postmodern iddia, Lyotard'ın dikkat çektiği büyük anlatıları yapıbozumuna uğratmış ve küçük anlatıları tesis etmişti.
Şimdi bu küçük anlatılar ve birden fazla gerçeklik neyin gerçek ve neyin doğru olduğu hakkında bir taraf tutabilmeyi güçleştirmesinin yanında, yeniden "çoğul evrensel anlatı"yı tesis eder gibi görünüyor. Baudrillard'ın bahsine gelirsek, simülakrumda, politik doğruculuğun kendi çalıp kendi oynadığı imajlar dünyasında, görünümler ve göstergeler medya aracılığıyla artık "öteki" olan çoğunluğa dayatılıyor. Farklı gerçekliklerin, farklı kültürlerin varlığını varsayan ve anlatıları besleyeceği düşünülen kaçkınlık, üçün kültürünü yüze dayatmak bakımından epey işlevsel görünüyor. Azınlığın tahakkümünün en belirleyici olduğu alan dördüncü kuvvet olarak isimlendirdiğimiz medyadır. Pek çok organizasyon, uluslararası örgüt ve onların lokal boyutlu bileşenleri ve bayilikleri aracılığıyla propagandası sürdürülen politik doğruculuk, yalnızca medya aracılığıyla bizlere ulaşmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi ekosistemlerini yaratarak kurumsallaşma yolunda önemli adımlar katediyor. Etti de. Belli başlı ülkeleri ele geçirdiği bile söyleyebilir. Ülkemiz, göçmen sorununun yanında bu kültürel hegemonya alanının değişimi ya da doğrusu "işgal girişimine" karşı olarak yalnızca hicvi kullanıyor. Halbuki bizler, seküler milliyetçiler olarak suskunluk sarmalının tersine işlerlik kazandırılmaya çalışılmasına karşı politik doğruculuk safsatasını gelecekteki kritik mücadele alanlarından biri olarak görmek durumundayız.
Bu sözler, yanlış anlaşılmasın, azınlıkları ve haklarını, özgürlüklerini, kimliklerini ve benlik algılarını ya da ifade haklarını ihlale kalkışmıyor. Benim karşı olduğum yegane şey dikta ve dayatma anlayışıdır. Özgür ve demokratik bir ülkede yaşayacağız, demokratik süreçlere katılacağız ve kendimizi ifade ettiğimiz kurumlar, platformlar oluşturacağız. Ancak, ülkemiz kapsamında net biçimde görülebilen ve etiğe de sığdırılamayacak, ısmarlama videolar, bu ülkenin gerçeklerini ve buz gibi gerçek sorunlarını zerrece yansıtmayan suni gündemlere ve beyin yıkamalara da karşı duracağız. Hayır, 8 yaşındaki çocuğumuzun kendisini kadın hissettiğini iddia ederek ona kalabalıklar önünde direk dansı yaptırtmayacağız ve başka cinsel yönelime ait olduklarını iddia ederek kadın, erkek ya da trans ya da non-binary birey olmaya zorlamayacağız.
Seküler milliyetçiliğin bu konudaki yolu oldukça zor ve uzun. Nedenler ve sonuçlar daha da uzun tartışılabilir ancak bu söylediklerimi kısaca özetlemek yerinde olacaktır. Zira okuma süresinin bir dakikanın altına düştüğü dönemimizde, başkasının kırpıp manipüle etmelerine karşı önlemler almak icap edebiliyor.
Özetle, politik doğruculuk, woke kültürü ve daha her nasıl türevleri varsa, çığırından çıkmış anlayışlara, hoşgörü başlığı altında azınlığın tahakkümünü tesis etmeye çalışan her türlü yapı ve kuruma karşı çıkacak ve rasyonel aklı öne çıkaracağız. Suskunluk sarmalı çoğunluğun azınlığı ya da azınlığın çoğunluğu sansürlediği ve baskı altına aldığı herhangi bir biçimde işlemeyecek ve hatta bu sarmalı yıkacağız. Elbette ilkelerimizden ödün vermeden. Çünkü fazla hoşgörü nihayetinde hoşgörü paradoksuna yol açacak ve her tür kazanımımızı yeniden tehdit edecektir. Eğer bu sarmal, gerçekten de iddia ettiğimiz şekilde kurumsallaşırsa o halde bizim durumumuz sarmalın kuvvetine karşı çıkan çekirdek kitle olmaktır. Ancak akıllıca ve stratejik davranırsak, ilkelerimizi net biçimde ortaya koyar ve bu yolda kolektif bir bilinçle hareket eder ve dahası örgütlü bir mücadele ortaya koyarsak, fikirlerimizi rasyonel biçimde inşa eder ve yayarsak, bu sarmalın tersine işleme olasılığı ortadan kalkabilir. Bu yüzden, reaktifi korumakla birlikte proaktif bir iletişim anlayışı ile ilerlemek bize daha çok katkı sağlayacaktır.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.