Türkçülük Doktrinin İnşa ve İhyası
Gerek yoğun meşguliyetler, gerekse –ve daha çok olarak da- tembellik sebebiyle uzun vakittir Tahtapod'ta yazmayı ihmâl ediyorum. Bu ihmalkârlığa nihayet vermek adına üzerine düşünmekte olduğum bir hususu ilgilerinize sunuyorum.
Katıldığım birçok toplantıda muhataplarıma, dinlediğim konferanslarda da hatiplere şu suali yöneltiyorum: "Türkçülüğün bir tanımı var mıdır, sınırları belli midir"? Bu sualin henüz beni tatmin edecek bir cevabına rastlamadım. Kimileri "Türkçülük Türk milletini sevmek ve ona hizmet etmektir" diyor. Bu cevaba mukabil ben de "o hâlde Türk milletini seven, ona hizmet ettiği inancıyla, Türk milletinin huzur ve sükûnunu komünizmde gören bir kişi de Türkçüdür; öyle mi?" diyorum, hatta kanaatimizce bu tanıma göre Türkiye'de Türkçü olmayan kimse Kalmamaktadır. Hâlbuki bir tanım, mefhum her şeyden evvel ağyarına mani olmalı, sınırları çizilmiş / belirlenmiş olmalıdır. Var olmak, her şeyden evvel farklı olmaktır. Bir başka cevap ise, "Türkçülüğün mes'elesi ahlaktır, gençliktir, Türk milletini kalkındırmaktır" diyor. Bu cevaba karşı da aynı muharrikten yola çıkarak "O hâlde milleti ahlâklandırmak iddiasında olan bir İslamcı, gençliği dava edinen bir sosyalist, Türk milletini kalkındırmayı hedefleyen her bir falanca Türkçüdür öyle mi?" diyorum. Cevap gelmiyor.
Türkçülüğün zeminini, kırmızıçizgisini, hassasiyetlerini, hedeflerini, daha doğru ve umumî bir tabirle doktrinini ortaya koyamıyoruz. Türkçülüğün devlete bakışı nedir? Devlet – millet çatışmasında Türkçülük ne tarafta durmaktadır? "Devlet millet için, milletse devlet içindir" şeklinde bir yaklaşım topu taca atmak, kaçamak bir cevap vermektir. Zira "insanı yaşat ki devlet yaşasın" vecizesi de devletle milleti muvazi tutan bir telakki değildir. Bu bağlı cümlede insanı yaşatmak şart, devletin yaşaması amaç cümleciğidir. Bu hâlde "insanı yaşat ki devlet yaşasın" demek, "insanın kıymeti devleti yaşatmasına bağlıdır" demekle bu çatışmada devletin tarafını tutmaktır. Ziya Gökalp'se "her hak onundur / taç onun, baş onun, toprak onun" diyerek milletin tarafını tutuyordu. Yine Türkçülüğün self-determinasyon düsturuna yaklaşımı nasıldır? Türkçülük bu düsturu bir amaç olarak, doğal hukukun bir ilkesi olarak benimsemekte mi; yoksa bu düsturdan siyasî çıkarlarında politik bir argüman olarak pragmatik bir bakışla yararlanmakta mıdır? Türkçülüğün ekonomik doktrini nedir? Özel mülkiyet mevzuuna Türkçülük nasıl yaklaşmaktadır? Türkçülüğün hedefleri nelerdir? Turan ülküsü Türkçü olabilmenin bir şartı mıdır? Dış Türkler meselesinde Türkçülüğün hassasiyeti nedir; bir Türkiye Türk'ünün dış Türkler meselesinde Türkiye'nin devlet çıkarlarını dış Türklerin sorunlarına nazaran öncelemesi Türkçü ideolojiyle bağdaşır mı?
Sualleri arttırmak mümkündür. Ancak bu suallere verilecek net, tartışmasız bir cevap bulamıyoruz. Bu hâlde şunu üzülerek belirtmek gerekir ki, Türkçülük, bugün için bir doktrinden yoksundur. Hâl böyle olunca Türkçülerin bir ve bütün olmasını, tek bir cemiyet altında birleşip vakıalara ortak bir refleks vermesini beklemek mümkün olmasa gerekir. Elbette bunun böyle olmasının birçok sebebi vardır. Bizce Türkçülük entelektüel bir kaygıdan değil, hayatî bir saldırıya verilen bir tepkiden doğmuştur ve bu nevi doktrin tartışmaları yapmaya imkân ve zemin bulamamıştır. Gerçekten de tarihî gerçeklik bize Türkçülüğün kendisinden evvelki Batıcılık ve İslamcılık cereyanlarına göre daha hayatî bir zeminde neşet ettiğini gösteriyor. Türkçülük, "İmparatorluğu kurtarmak için nasıl bir usul tatbik etmeliyiz; batının tekniğini taklit ederek mi, yoksa millî mukaddesatımıza temayül ederek mi İmparatorluğun kötü gidişatına 'dur' diyebiliriz" sorusunu sormaya fırsat bulamamış; fiilî bir işgalin, topyekûn bir hücumun tesiri altında millî bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebepledir ki muhtevasında hem batıcılıktan, hem İslamcılıktan unsurlar barındırmış, her nerede millî mefkûreye faydalı bir fikir gördüyse pragmatistçe ondan istifade etmeye çalışmıştır. Bu tarihî süreç Türkçüleri müdafaa vaziyetinde donuklaştırmış, özgün bir hareket yaratabilme kabiliyetine menfi tesir etmiştir.
Bugün Türkçülüğün ihyası ve yeniden inşası adına yapılması iktiza eden birinci şey Türkçülüğün doktrinini ortaya koyabilmektir. Bir doktrin ortaya koyabilmenin yoluysa kanaatimizce iki unsurun belirleniminden geçmektedir. Bunlardan birisi doktrinin üzerinde duracağı felsefî zemindir. Felsefeyle bir sosyoloji okulunu, siyasî ideolojiyi kast etmiyoruz. Temel anlamıyla bir ontolojiyi, bir epistemolojiyi ve en nihayetinde en önemlisi olarak bir etiği ihtiva eden felsefî bir doktrini kast ediyoruz. Varlık sorunuyla ilgilenmeyen, bilginin kaynağını sorgulamayan, varlığın / insanın amaç ve maksadına dair fikir söylemeyen bir ideolojinin kanaatimizce anlamı olmadığı gibi hayat şansı da yoktur. Zira tüm bu sorunlar muayyen bir sistemin tezahürü için zemin teşkil edecektir. Söz gelimi pozitivist bir paradigma Türkçülüğün düsturlarını belirlemede cemiyetten, yazılı hukuk kurallarından, müspet ilmin verilerinden hareket edecekken; idealist bir paradigma Türkçülüğün düsturlarını şahıs olarak insanda, yazılı hukuku aşkın bir doğal hukukta, edebiyat ve sanat gibi içtimaî ilimlerde arayacaktır.
İdeolojik bir doktrinin inşasında var olması gereken ikinci müteharrik ise varılmak istenen hedeftir. Türkçülüğün gayesi bu dünyaya mahdut mudur, yoksa bu dünyayı aşkın transandantal bir amaç da mevcut mudur? Söz gelimi Ahmed Arvasî'nin "Türk milletini iki cihanda aziz ve mes'ut görmek istemek" ideali Arvasî'yi İslâmî bir Türkçülük anlayışına götürmüştür. Türkçülüğün gayesi Türk milletini kalkındırmak, gençleri dünyadaki yaşıtlarıyla yarışabilecek kabiliyet ve donanımda yetiştirmek, millî kültürü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartmaktan ibaret midir? İleride yeni bir yazıyla değinmek istediğim üzere Türklüğü köylülükten azade etmek, kabalığa karşı nezaketi, cehalete karşı erdemi muzaffer kılmak Türkçülüğün bir gayesi midir?
Her iki müteharrikin birbiri üzerinde tesiri had safhadadır, zira usul ve esas birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Usul esasın sınırı, belirlenimi ve zırhıdır; esas ise usulün anlamı, gayesidir. Bu hâlde varılmak istenen amaca münasip felsefî tavrı ve felsefî hakikatlere münasip amacı belirlemek Türkçülüğün bir ideolojik doktrin olmasının sine qua non şartıdır. Bu itibarla şimdilik yazımızı burada noktalıyoruz. Arayı açmamak ümidiyle,
Saygılarımla…
31.10.2019
Pirali Çağrı ŞENSOY
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.