BEN KİMİM : KENDİNLE BAŞ BAŞA KALMANIN BÜYÜSÜ
Bugünkü yazımı üzgün, buruk ve can sıkıcı bir hava ile yazacağım. Biraz rahatlamak, yazmanın özgürlüğünde tekrar kaybolmak için yazının caddelerinde yağmurlu bir şekilde dolaşacağım.
Buruk, üzgün ve can sıkıcı olmamın nedeni anneannemin de bizim gibi coronavirüse yakalanması oldu. Bu hastalığın can sıkıcı tarafı semptomlarımdan daha kötü. Lütfen kendinize çok dikkat edin. Sağlık kurallarını ihmal etmeyin.
Neyse... Hayat devam ediyor. Tabii ki bu yazı serisi de devam etmeli.
Dünyayı kavrayış şekliniz, büyük resime odaklanmanız ve her şeyin geçici olduğunu kavramanız kendinizin gücünü keşfetmenizi sağlayabilir. Bağlılık, saf bir usun yansımalarında ya da bir gruba son derece itaatle gerçekleşirse amacından sıyırılır ve sizi anlamsız fedakarlıklara sürükler. Kendinizle baş başa kalmaktan korkmaya iter. İnsalık tarihi içerisinde sözde büyük amaçlar için ölenlerin hikayesi bağlılıklarını abartmalarından geçer.
Hayatın cami cemaati ya da birer kışla olarak algılandığı bir coğrafyada büyümenin şanssızlığını sizlere uzun uzun anlatmak istemem. Polemik ya da yanlış anlaşılma yüzüne her zaman konu sapar. Cami cemaati ya da kışla olarak görmek demenin ne demek olduğunu algılayabildiniz mi bilmiyorum ama bu laf Dücane Cündioğlu'na aittir. Muhafazakar - Millyetçi görüşü temsil eder. Anadolu coğrafyasının hayat tarzı ne kadar bu görüşle uyuşmasa da bütün değerler buna göre adlandırılır. Hani milletimizin hassasiyeti diye meşhur bir laf döner ya o işte muhafazakar - milliyetçi görüşün teorik bağırmalarıdır. Oysaki bizim ülke yeniliğe aç, girişimci ve kültür kaynaşmasına bayılan bir halktan oluşur. Bu işin sonu siyasete kaymadan kendimi bu görüşün değerlerinden sosyoekonomik ve sosyokültürel olarak bağımsız görmeye başladığımla devam edelim. Son olarak da bu hengamede nasıl bir "Kürşad" doğdu, ona bakarız.
Bir önceki yazı dizisinde bahsettiğim gruba bağlılık, aile değerlerinin kutsallaşırılması, vatan ve din için fedakarlık çığırtkanlığı bu görüşün pratik olmayan yansımalarıdır. Olayı somuta çevirmeye çalışırsak sokakta karşılaştığınız her insan sizi bu fedakarlıklara sürüklemeye çalışır. Benim şansım bu görüşü benimsemiş olmasına rağmen beni özgür yetiştirmeye çalışmış bir aileye sahip olmamdı. Anne - babalık içgüdüleri bu toplumsal ezberleri yıkıp geçerdi. Ben de böyle bir iklim ve özgür bir aile içerisinde kendimin keşfine kitaplarla ve filmlerle başladım. Yeni oluşan şablonumu test etmeye imkan ve fırsat olmadığı için kişiliğimin gelişimi başka bir surete bürünüyordu. Hayalindeki dünya ile çevresinin gerçekleri çatışan bir insan profili hayal edin. Siyasetin yatak odanıza dahi girdiği bir iklim sizi her zaman tedirgin etmeye yetiyordu. Ama şimdilerde bakıyorum bu çatışma kimlik oluşumunun sağlıklı olması için mutlak surette gerekliydi.
Peki neydi benim hayal dünyam?
Şablonumu nasıl şekillendirdim?
Bu kadar teorik yeter diyorsanız, hayata dönme vaktidir. Üniversitenin bana en büyük yararı kendimi ifade etmekte zorlanmayacağım bir ortamı sağlamasıydı. Aynı sınıfa düştüğümüz arkadaşların genelinden iki yaş büyük olmam ve baştan beri makul tavırlarım özgürlük alanımı genişletiyordu. Konuştuğum meseleler, yaptığım espriler olmaması gereken değeri görüyor ve beni gören konuşacakları konusunda kendisine çekidüzen vermeye çalışıyordu. Mimarlığı bırakıp matematik öğretmenliğe geldiğimi duyan kişilerin başta verdiği anlamsızlık ve "enayi misin" tavrı zamanla saygıya ve meraka dönüşüyordu. En sevdiğim başkalaşım buydu. Önyargılarla birtakım tavır geliştirmiş o parlak gençler zamanla makul bir zemine oturuyor ve bana " akl-ı selim bir " hava vermeye çalışıyorlardı. Özellikle kadınların fazlaca olduğu bu fakülte benim kendimi göstermemde kolaylık sağlıyordu. Kastettiğim kadınların bu işleri anlamayacağı felan değil. Kadınların böyle tip konularda daha anlayışlı ve kabul edilebilir bir zeminden hareket ettikleri bilinen bir gerçek.
Kendimi sergilemekten çekinmediğim ve kültür - sanat olarak atılımımı gerçekleştirdiğim bu yıllar şimdilerde çokça özlediğim yıllardır. Gruba bağlılık prensibi zayıfladıkça kendimi keşfediyordum. Uykusuz gecelerimin kitaplarla ve birtakım mesajlarla dolu filmlerle geçtiği düşünülürse keşifin zevkli tarafları daha fazla açığa çıkıyordu. Sabah Türk olmakla övünüp gece sosyoekonomik eşitsizliği işleyen bir film etkisiyle kendimi ağlarken buluyordum. Eşitsizlik canımı birçok gece acıtıyordu. Cami cemaatinden biri ya da kışla neferi olarak hissettiğim zamanlar eşitsizliğin olduğundan bile haberim yoktu.
Dostoyevski ile toplumu ezenlere öfkeleniyordum. Siyasetin otobüs duraklarına kadar kaygan bir zeminde sürtüşmesi ciğerlerimi acıtıyordu. Arkadaşlarımla ve öğrenci evimdeki dostlarımla takılırken geceleri açığa çıkan öfkemi telkin ediyordum. Eğleniyor, gülüyor, kahkalar atarken komşuları rahatsız ediyor ve üniversitedeki arkadaşlarımla şehri alt - üst ediyordum. Eğitim fakültesi dersleri ise bizim sadece zamanımızı çalan bir şeye dönüşmüştü. Öyle ya da böyle dersleri bir şekilde vermeyi başarıyordum. İşte düşünsel atılımım böyle bir ortamda filizleniyordu.
Son derece duygusal, gruba bağlılığı yüksek, toplumsal ezberleri sorgulamamış, giyim zevkini bile tartmamış, sadece ders çalışmış birinden başka bir şeye dönüşüyordum.
Kendimle baş başa kalmanın büyüsüne işte böyle zamanlarda kapıldım.
Uzadı mı dersiniz? O zaman burada bitirelim. Nasıl olsa yine devam edeceğiz. Dünya görüşümü, hayattan nasıl keyif aldığımı, insanlara bakış açımı, felsefemin hayattaki yansımalarını ve geçirdiğim büyük buhranları anlatacağım başka bir metin bölümü ile karşınıza çıkmayı planlıyorum.
Şimdilik hoşçakalın...
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.